Bir kadın düşünün. Altın sarısı saçları, süt beyazı teniyle en asil kralları bile kıskandıran güzel ve zarif bir kadın. İngiltere’deki rahat hayatından, çelik kralı babasının sunduğu kolaylık ve imkânlardan sıkılmış zeki bir kadın. Ve bu kadını Afrika çöllerinde, üç yardımcısı ile tarih kitaplarında okuduğu kabile ve insanları anlamaya çalışırken sonu gelmez kum tepeleri arasında yolculuk ederken canlandırın yeniden kafanızda. Ve bu kadına bir isim verin: Gertrude Bell.
Çelik kralı Hugh Bell’in kızı Gertrude Bell 19. yüzyılın sonlarında doğmuş, Oxford Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun olmuş, çok yönlülüğü ile de bilinen bir İngiliz. Ailesinin diğer üyeleri gibi hayata ve başka diyarlarda yaşananlara merak duyan Bell bir tarihçi olmanın ötesinde aynı zamanda bir yazar, bir gezgin ve bir casus. Birinci Dünya Savaşı öncesi gittiği Orta Doğu’da üniversite kitaplarında okuduğu kabileleri, kültürleri ve insanları inceleme fırsatı yakalayan Bell, bu sürece boyunca bir yandan da parçalanan Osmanlı İmparatorluğu yaşanan kaosu kendince değerlendiriyor. Edindiği bilgiler ve kurduğu ilişkiler çerçevesinde de İngiltere’nin karlı çıkacağı bir Orta Doğu haritası çiziyor ve bir noktadan sonra da bu çizimi hayata geçirmeye başlıyor. Öyle ki bugüne dek, ya da düzeltmek gerekirse 2000lerin başına kadar, Bell’in çizdiği sınırlar ve kurduğu yapılar ayakta kalmayı, onun mirasını taşımayı başarıyor.
“Queen Of The Desert” (Çöl Kraliçesi) bu gizemli, bir o kadar da etkileyici kadının hayatını anlatıyor. Werner Herzog önderliğindeki biyografide Gertrude Bell rolünü ise yine en az Bell kadar etkileyici bir kadın, Nicole Kidman üstleniyor.
Bir biyografi olarak bakıldığında “Queen Of The Desert” hikayenin geçtiği coğrafyaya oldukça yakın, döneme ise fazlasıyla aşina olan bir izleyici kitlesini etkilemekte zorlanıyor. Zira içinde bulunduğu kültür için her ne kadar farklı ve büyüleyici olursa olsun yüzlerce yıllık gelenekleri/duvarları bir anda yıkıp geçemez. Bütün bu hikayenin tek kişilik bir zafer olarak anlatılmış olması bile başlı başına gerçeklikten uzak. Üstüne üstlük bir grup üst düzey asker ve diplomatın ilk sığınacağı kişi de bir kadın olamaz Müslüman topraklarda. Daha önceden kurulan ilişkiler, verilen sözler ve tavsiyeler çevresinde bir ara buluculuk görevi üstlenmiştir Bell en fazla. Yer yer kendi gözlemlerinden ve bilgilerinden yola çıkarak yönlendirmeler bulunsa da hiç yoktan çizemez bu sınırları, özellikle de bir ajan ya da herhangi biri adına çalışan bir kadın değilse. “Biyografi” olmasına dair yapılabilecek etkili ve önemli bir itiraz bu.
Öte yandan zaman, mekan ve isimler çıkarıldığında ortada oldukça gizemli bir aşk hikayesi kalıyor. Bell’in konsolos sekreteri Henry Cadogan (James Franco) duyduğu yoğun sevgi ve bağlılıkla başlayan, evlilikle sonlanması beklenirken ölümle tükenen büyük bir aşk. Bir kadını dünyanın en sakin, en sessiz ve en ıssız yerlerine, kum tepeleri ve kum fırtınaları arasında boğucu sıcak ve bitmek bilmez susuzlukla dolu çöllere sürükleyebilecek kadar büyük bir aşk. Ona tutunacak bir dal dahi bırakmayacak kadar yoğun, kendine uzaktan yakından benzemeyen kültürlerin arasına sürükleyebilecek kadar acı dolu bir aşk. Fakat bu derin bağ, bu büyük yemin Bell’in bu farklı insanlara, farklı kültürlere duyduğu yakınlık ve sempatiyle kopmaya başlıyor, anlamsız kalan hayatına yeni bir anlam katıyor. Sonrasında da yıllarca duyduğu boşluğu doldurmaya söz veren bir erkekle, kendi gibi asil, en az kendi kadar zeki bir adam olan Charles Doughty –Wylie (Damian Lewis) ile tanışıyor. Kaderin cilvesi, yine ölümle biten bu aşkın ardından da kendini hayatın gerçeklerine, tutkusu haline gelen kültürlerle olan ilişkilere adıyor.
Gerçekliğini modern dünyada yitirmiş oryantalist yaklaşımı ve tarihsel detaylardaki aşırı yanlılığı ile izleyicinin canı sıkmasına karşın “Queen Of The Desert” duru ve oldukça romantik bir aşk hikayesi. Bir biyografi olarak okunduğunda vasat kalmasına rağmen Nicole Kidman’ı görebilmek bile izlemek için bir bahane. Kidman hala çok güzel, yine büyüleyici. Romantik izleyicinin kolaylıkla tutunacağı bir yapım.