Aşağıda okuyacağınız Dario Argento mülakatı, İngiltere’de 1993–1994 yılları arasında yalnızca 4 sayı çıkmış Giallo Pages adlı derginin ilk sayısında editör John Martin tarafından yapıldı. Yönetmenin kariyerinden anekdotlar, sinema ve hayata dair görüşlerini içeren beyanların Dario Argento sinemasına dair yol gösterici bir niteliği olduğu düşüncesindeyim. Bu tarihte yönetmenin seyirciyle buluşmuş en son eseri, Ölümün Gözleri (Due occhi diabolici / Two Evil Eyes, 1990) filminde Edgar Allan Poe uyarlaması olarak çektiği Kara Kedi (The Black Cat) bölümüydü ve Trauma (1993) filminin çekimleri halen devam etmekteydi.
G.P. Kariyerinizdeki büyük çıkış Sergio Leone’nin Bir Zamanlar Batı’da filmini Bernardo Bertolucci ile birlikte yazmanız sonucunda gerçekleşti. İtalyan sinemasının bu üç devi arasındaki işbirliği nasıl ortaya çıktı?
D.A. Bertolucci’yle beni bir araya getiren Leone oldu. Birbirimizi tanıyorduk zaten. Arkadaştık. Birlikte çalışmamızı sağlayan Leone oldu. Muhteşemdi! Her zaman sevdiğim ama içinde yer alabileceğimi hiç düşünmediğim bir tür olan Western için aylar boyunca çalıştım. Önce Johnny Guitar’ı altı ya da yedi kez izledik, John Wayne’li Çöl Aslanı‘nı da epey izlemişizdir. Sonra da yazmaya başladık. Bir tüfek ve tabanca satın almıştım.
G.P. Gerçek miydi?
D.A. Evet, gerçek! Ağırlığını hissetme gereği duymuştum. Evde tek başımayken silahla oynuyor, elimde çevirip duruyordum. Bir de kovboy şapkası satın almıştım. Giyip aynanın karşısına geçerdim. İşin özünü kavramak için her şey hazırdı ve çok işe de yaradı. Aslında açılış, şu sinekli sahne, benim fikrimdi. Silah ve şapkayla çalışırken geldi aklıma.
Bir Zamanlar Batı’da (C’era una volta il West / Once Upon A Time In The West, Yön: Sergio Leone, 1968)
G.P. Mario Bava’nın kariyeriniz üzerindeki etkisinden söz eder misiniz biraz?
D.A. Mario’yu çocukluğumdan beri biliyordum; oğlu Lamberto’yu da çok iyi tanıyorum – Üç filmde benim asistanlığımı yaptı. Mario teknik bir dehaydı. Lens kullanımında, kamera hareketlerinde vs. başkalarının yapamadığı birçok film hilesini icat etmiş gerçek bir ustaydı. Babası sessiz film döneminde görüntü yönetmeniydi ve Mario’ya pek çok numara öğretti. Bu hileler ve özel efektler (su ve ateş efekletleri vs) bir aile geleneğiydi. Inferno filminde onunla çalışmak mükemmel bir deneyimdi. Örneğin şöyle derdi: “50.000 kişinin savaşta öldürüldüğü bir sahne mi istiyorsun? Senin için yapacağım, bana bir hafta ver, senin için yapayım.” Ve onları çizerdi. Filmlerde yaygın olarak kullanılan ama kusursuz seviyeye ulaşmanın çok zor olduğu “Ayna efekti”nin ustasıydı. Cam levhaları kullanarak nesneleri görünür kılardı. Cam şeffaftır, ama belirli bir açıdan üzerine ışık vurduğunda ayna gibi olur ve üzerine nesneleri yansıtabilirsiniz. Doğru açıyı bulmanız şartıyla tabii. Bazen de bunları cam levhaya çizerdi. Küçük şehirler çizer, inşa ederdi; Aktörü yakın planda çekip arkasına şehri koyar, ışık ve hareketle canlandırırdınız. O inanılmaz biriydi!
Inferno (1980)
G.P. İleri teknoloji hileleri konusuna girmişken, Four Flies On Grey Velvet’in kapanışını yapan yavaş çekim araba kazasında kafa kopması sahnesini çekerken yaşadığınız zorluklar nelerdi?
D.A. Çok uzun zaman aldı. Dresden Üniversitesi Mühendislik Fakültesinden aldığımız kamerayı kullandım. Pentaset adında bir kamera. Kameranıın ulaştığı hız… Şimdi hatırlamıyorum, sanırım saniyede 25.000 kareydi. Bir başka kameradan daha orijinal ve radikal olarak farklıydı. Yoksa film bu hızda yanar ve dağılırdı. Galiba film saatte 400 km hızla yol alıyordu. Bu kamerada film bir yağ banyosuna batırılıyor ve sıradan bir obtüratörü yok. Prizmalar var, aynı görüntüyü 25 kez yeniden üreten cam prizmalar. Prizma ve film inanılmaz bir hızla hareket ediyor. Çok karmaşık bir mekanizma ama o uç noktadaki yavaş çekimi elde edebilmek için tek yol buydu.
Dario Argento İş Başında…
G.P. Senaryo yazarken teknik buluşlar zihninizde ön planda mı?
D.A. Evet, senaryoda geniş ölçüde teknik notlara ve aynı zamanda müzikal açıklamalara yer veririm. Kendi çekeceğim film için yazdığımdan senaryo oldukça gelişkin bir hale gelir. Senaryoyu başkasına vermeyeceğim için, aklıma gelen her şeyi yazarım. Renkler, kostümler… Her şey!
G.P. Daha farklı çekmek isteyip de ekipman ihtiyacı nedeniyle istediğiniz gibi çekemediğiniz sahneler var mı hiç?
D.A. Bir sürü var. Birçok kez ekipman eksikliği yüzünden iyi fikirlerden vazgeçmek zorunda kaldım. Yeni filmimde bir hayvanın bakış açısının yer aldığı bir bölüm var. Tüm film değil ama sadece bir sahne hayvanın bakış açısından. Bir kertenkelenin bakış açısı… Tamamen hayvanın bakış açısıyla çekilmiş bir film projem vardı ancak bu teknik olarak pek çok problemi de beraberinde getirecekti.
G.P. Opera filminde çeşitli defalar novel kamera efekti kullandınız; buna ulaşmak için de ilk defa yabancı bir görüntü yönetmeniyle çalıştınız…
D.A. Evet, Ronnie Taylor… Onunla Avustralya’da bir araba reklamı çekerken tanıştım, Fiat için. Avustralya çölünde çekilen reklamın görüntü yönetmeni Ronnie’ydi. Beraber iki ya da üç hafta çalıştık, epey uzun bir işti. Birbirimizi tanımamız lazımdı ve onun olağanüstü bir adam olduğunu keşfettim. Reklam bitince hemen Opera’nın çekimlerine başladım ve ona da birlikte çalışmayı teklif ettim. İki iyi dost olduk. Güzel bir dostluk doğdu orada.
Phenomena (1985) ve Opera (1987) filmlerinin çekimleri sırasında Dario Argento…
G.P. Opera – özellikle filmin sonu- öncülü Phenomena’nın temalarını tekrarlıyor gibi görünüyor.
D.A. Hayır, aslında Phenomena’nın başladığı yerde Opera bitiyor. Phenomena’yı önce çekmiş olsam da… Opera, İsviçre’deki böcekler hakkında bir film yapmak için tiyatroyu bırakan bir yönetmeni konu alıyor. Gerçekte yönetmen filmi yapıyor: Phenomena! Filmi çekme bakımından tarihsel sıralamanın bir önemi yok. Video izlerken bir sıra gözetmenizin manası yoktur, değil mi?
G.P. En az takdir gören filminiz Phenomena, filmografinizde en kişisel olanı…
D.A. Evet, Phenomena’nın hikâyesi kızın ruhsal yolculuğunun hikâyesi ama aslında bu benim yolculuğum. O kız benim. Hikâyeyi 13 yaşında bir kızın gözünden anlattım, ama anlatmak istediğim kendi hikâyemdi. Hayatımda yeni bir döneme giriyordum. Kimse anlamadı.
G.P. Bu yüzden mi filmleriniz eleştirmenler tarafından özü ve alt-metinleri göz ardı edilerek, sıklıkla sadece teknik bir anlayışa dayalı olarak değerlendiriliyor?
D.A. Eleştirmenler farklı bir sinema yöntemiyle ya da kuralları biraz değiştiren biriyle karşılaşınca kafaları karışıyor ve neyi deneyimlediklerini anlamıyorlar. Eleştirmenin tüm gördüğü yüzey oluyor. Bizim teknik, tarz olarak adlandırdığımız suyun yüzeyini görüyor. Ama suyun altında neler olduğunu keşfetmeye çekiniyor. Ve orada öyle çok şey var ki… Politika var, semboller var. Örneğin Phenomena için bugün olduğundan daha farklı bir gerçeklik fikri vardı kafamda: II. Dünya Savaşı’nın sonunda İngiliz ve Amerikalıların değil Almanların kazandığını ve yeni bir dünya düzeninin kurulduğunu hayal ettim. İnsanlara çocuktan farksız davranılan ve tüm öğretmenlerin SS kampında gibi davrandıkları kötülük dolu bir düzen.
G.P. Ölümün Gözleri (Due occhi diabolici / Two Evil Eyes, 1990)’indeki ilhamın Edgar Allan Poe gibi insan ruhunun karanlık tarafına duyduğunuz ilginin sizi bir gün tüketeceğinden endişeleniyor musunuz?
D.A. Bu her zaman beni endişelendiren bir şey… Sadece Edgar Allan Poe değil, Cornell Woolrich de… Eziyet dolu bir hayatı varmış… Ve diğerleri… Lovecraft… Nereye gömüldüğünü kimse bilmiyor. Çünkü onlar… Farklı bir çağdı, biliyorsunuz. Sanırım böyle şeylerin zamanıydı. Şimdi böyle bir şey olmaz. Ve tabii Poe’nun da kendini yok etme eğilimi varmış. Ama mesela, Opera’yı bitirdiğim zaman çok bitkindim. Ruhum tükenmişti. 2 aylığına Hindistan’a gitmek zorunda kaldım. Katmandu’ya gittim. Sonra Hindistan’ı dolaştım.
G.P. Tek başınıza mı?
D.A. Evet, bunu yapmak benim için çok önemliydi. Yoksa delirebilirdim! Tam olarak tatil gibi değildi. Bir tür hac ya da kendini yenileme yolculuğu gibiydi. Döndüğümde, tekrar dışarı çıkıp sosyalleşebilecek hale geldim. Münzevi biri değilim. Hayranlarımla tanışmayı seviyorum. Çok seyahat ediyorum, aslında bir seyyahım. Filmlerimden biri yayınlandığında hep giderim. İnsanları seviyorum. Benimle ilgileniyorlar.
G.P. Gençler arasında adeta kült mertebesine erişmiş durumdasınız. Genç izleyicilerinizin ilgisini çekmek için özel bir çaba sarf ediyor musunuz?
D.A. Hayır… Öylesine oluyor işte. Rüyalarımı anlatıyorum ve rüyalarım da bu şekilde ortaya çıkıyorsa… (Omuz silkiyor.) Ama kitleme sadık biriyim. Çünkü hayranlarımla diyaloğum olmasına ihtiyacım var. Sırf bu yüzden, uzlaşmaya hazırım. Film çekmek istiyorsanız uzlaşmayı kabul etmelisiniz: sinema bir uzlaşı sanatıdır… Özellikle günümüzde.
G.P. Bu uzlaşmayı kabul etmek sizin için zor mu?
D.A. Hepsini kabul etmem. Sistemle savaşmam gerektiğini giderek daha çok hissediyorum.
G.P. Filmlerinizdeki şiddeti eleştirenler, kadına yönelttiğiniz şiddete itirazda bulunarak sizi kadın düşmanlığıyla suçluyorlar. Ama filmleriniz güçlü kadın karakterlerle dolu…
D.A. Filmlerimde cinayetlerin olduğu ve kadınların sıkça öldürüldüğü doğru. Ama bir sürü erkek de öldürülüyor! Hepsinden öte, bunların gerçek olmadığını hatırlamanız gerek. Bir fantezi… Ama bu kadınlar da zavallı kurbanlar değil… Phenomena’yı düşünün: 2 kadın karakter, öğretmen ve kız – kızın doğa ötesi güçleri var. Öğretmende de öfke… Suspiria da öyle. Bence bu kavrama hatası. Küçük bir hata…
G.P. Bugün korku türünün içinde bulunduğu zayıf durumun sansürün artan baskısından kaynaklandığını düşünüyor musunuz?
D.A. Evet, sanırım sorun bu. Özellikle Amerika’da korku filmleri ortadan kayboldu. Bir yıl önce… Yok, üç yıl öncesinde diyelim. Pek çok Amerikan korku filmi çekiliyordu. Peki bu yıl? Hiç! Açıkça belli ki, sansür, bu olanların bir parçası. İşte bu nedenle sansürün ortadan kalkması gerektiğini söylüyorum. Çok saçma!
G.P. İtalyan korku filmi piyasası Amerika’dan daha kötü bir durumda değil mi?
D.A. İtalya’da korku sineması neredeyse ortadan kalktı. Şimdi sadece ben ve küçük ‘fabrikam’ var. Lamberto Bava, Michele Soavi, özel efektçi Sergio Stivaletti, birkaç senaryo yazarı… Bu işi yapan bir avuç insan kaldık.
G.P. Yapımcılıktan memnun musunuz? Örneğin, Michele Soavi’nin setine gidip sizin yerinize başka birinin filmi çektiğini görmek zor mu?
D.A. Hayır, hayır, çok kolay olduğunu düşünüyorum. Birbirimizi iyi tanıyoruz. Onlarla birlikte içim rahat, onlar da benimleyken rahatlar. Hiçbir problem olmadan Soavi’nin setine gidiyorum… Ama o kendi filmlerini çekiyor, benimkileri değil… O çekiyor, ben finanse ediyorum. Yoksa kendim çekerdim, ona bu saygıyı gösteriyorum.
Suspiria filminin oyuncuları birlikte…
G.P. Ama yine de aktörlere karşı pek saygılı olmadığınız söyleniyor…
D.A. Hayır… Belki tavrım – bazı yönetmenlerin… (sessizlik) komedi ya da diğer türlerde film çekenlerin, aktörlerle karmaşık ve derin bir ilişkileri var. Filmin yapım aşamasında ortakyaşam (symbiosis) haline geçiyorlar. Oysa benim filmlerim çok matematikseldir ve aktörlerin, hiçbir sapma olmadan, yapmaları gerekeni gerçekleştirmeleri zorunludur. Onlar için yazıp çizdiklerimi yapmalılar. Aktörlerle pek yakın bir ilişkim yoktur. Yapmaları gerekeni anlatırım, izah ederim, sonrası herkesin kendi donanımına kalmış bir şey. O yüzden onları hor gördüğümü düşünüyorlar… Ama değil. Hitchcock hor görürdü ama ben değil.
G.P. Harvey Keitel’ın yöntemsel yaklaşımı göz önüne alınırsa, onunla Ölümün Gözleri filminde bir sorun yaşadınız mı?
D.A. Hayır, hiç de değil! Herkes bana onunla sorun yaşayacağımı söyledi ama öyle olmadı. Bana epey sorun çıkaran tek aktör, ilk filmim The Bird with Crystal Plumage’taki Tony Musante’ydi. Çekimler boyunca sürekli kavga ettik. Sabah kalkıp işe gitmek tam bir kabus olmuştu çünkü Musante’yele kavra edeceğimizi biliyordum. Her allahın günü… Film bittikten sonra yine karşılaştık ve bu kez tekme tokat birbirimize girdik. Benden daha iri olduğu için temiz bir sopa çekti bana.
Tony Musante, L’uccello dalle piume di cristallo (The Bird With Crystal Plumage, 1970) filminde…
G.P. Bir aktörle yaşadığınız en kötü deneyim bu muydu?
D.A. Evet, neyse ki bu kadar çirkefiyle bir daha çalışmak zorunda kalmadım.
G.P. İtalya’da işinin ehli özel efektçi sıkıntısı var.
D.A. Sergio Sivaletti çok iyi… Carlo Rambaldi’miz de var, Muhteşem Rambaldi…
G.P. Evet, ama hiçbiri Ölümün Gözleri’nde sizinle çalışan Amerika’nın Tom Savini’si ayarında değil.
D.A. Tom Savini bir sanatçı, büyük bir sanatçı. Bir heykeltraş olarak dünyada başka hiçkimsenin beceremeyeceği modeller yapıyor. Modelleri gerçekten benzersiz. Robot modelleri ise olağanüstü iyi. Örneğin, Ölümün Gözleri’nde benim için yaptığı kedi kafası… Böyle kocaman bir şeydi (kollarını açıyor)… Kafa hareket ediyordu. Gözler, kulaklar, burun… Ama Tom büyük bir sanatçı olarak doğdu, her yer olabilirdi. Amerika, Fransa ya da herhangi bir yer. Bazen bir deha öylece doğar.
Ölümün Gözleri (Due occhi diabolici / Two Evil Eyes, 1990)
G.P. Yeni filminizde onu kullanacak mısınız?
D.A. Evet, çünkü yine Amerika’da film çekiyorum.
G.P. Film hakkında bir şeyler söyleyebilir misiniz?
D.A. Adı Aura’s Enigma (Trauma ’dan söz ediyor). Ölümün Gözleri’nin Kara Kedi bölümü için Pittsburgh’ta üç ay boyunca kurguyla uğraşırken bu fikir geldi aklıma. Kurgunun basit olduğunu düşündüm, fazla zamanımı almıyordu. Odamda uzun süre yalnız kalınca hikâyeyi yazmaya başladım. Sonra senaryoyu yazdım. Şimdi de filme çekiyorum.
Trauma (1993)
G.P. Sergio Leone’nin tabiriyle hâlâ “sinematik spermle dolu” musunuz? Hala sinemaya âşık mısınız?
D.A. Evet, kariyerim yeni başlamış gibi hissediyorum, sanki bir dakika önce başlamış gibi. Evet, hâlâ “sperm doluyum” (kahkahalar)! Benim için gerçekten yaşamsal bir fonksiyon bu… S.çmazsan ölürsün, böyle bir şey. Bunu yapmak zorundayım, çünkü yapmazsam ölürüm. Bu bir gereklilik.
Usta yönetmen La terza madre (Mother of Tears, 2007) filminin setinde