Yunan yeni dalgasının gözde ismi Lantimos’tan sadece feminist dokunuşlarla süslü bir Frankeştayn filmi izleyeceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü Alasdair Gray’in aynı adlı romanından uyarlanan Poor Things / Zavallılar bundan çok daha fazlası.
Fütüristik bir Viktorya dönemi atmosferinde geçen film, deli/dâhi bir doktorun akıl almaz yöntemlerle hayata döndürdüğü Bella’nın bu sıradışı dirilişine değil, işlenmemiş bir zihinle uyandığı dünyadaki varoluş sancılarına odaklanıyor.
Willem Dafoe’nun deforme yüz makyajıyla kusursuz canlandırdığı çılgın bilim adamı Godwin Bextar’ın elinde yeniden hayat bulan Bella, günlerini doktorun ve yardımcısının gözetimi altında geçirirken cinselliği keşfetmesiyle yeni bir dünyaya adım atıyor. Onun gençliğinden ve güzelliğinden faydalanmak isteyen çapkın avukat Duncan Wedderburn’un peşine takılıp çıktığı Avrupa seyahatiyse Bella’yı sınırsız zevk ve acıyla tanıştırıyor.
Filmin feminist okumalara açık olduğunu söylemek elbette yanlış değil ancak toplumsal “bullshit”lerle yıkanmamış bir beynin en temel içgüdülerinin çerçevesinde kendisini ve çevresini tanıma serüvenini sadece feminist bir başkaldırı olarak görmek hem yazara hem de yönetmene biraz haksızlık. Hatta Bella’nın, fahişeliği bir yaşam tarzı olarak tercih ettiği bölümün, kadın cinselliğinin metalaştırılması noktasında feministleri ikiye bölmesi bile mümkün. Zira Bella’nın fahişeliği patriarkal kodlar üzerine inşa edilmese de kadın bedeninin pazarlanacak bir meta olarak sunulması -pazarlayan kendisi bile olsa- sanılanın aksine feminist çevrelerde çok da kabul gören bir olgu değil.
Emma Stone’un siyah beyaz sahnelerde bile içimize işleyen bakışlarına eşlik eden balık gözü lensin baş döndürücülüğü, akışkan renklerin gerçeği hayalden ayırt etmeyi zorlaştıran büyüleyiciliği ve diyalogların sivri dilli muzipliği bir yana, filmin en temel duygusu rahatsız ediciliği. Yorgos Lanthimos sinemasına aşina olanların çok da yadırgamayacakları bu rahatsızlık hissi, izleyiciyi filmin başından sonuna dek sarmalıyor ve zaman zaman nefessiz bırakıyor. Aslında yönetmenin ilk dönem filmleriyle kıyaslandığında bu rahatsız ediciliğin çok daha yumuşak olduğu söylenebilir. Ancak tüm dinlerde ve erkek egemen tüm toplumlarda bastırılmaya, yok sayılmaya ve hatta yok edilmeye çalışılan kadın cinselliğinin gücü ve yönetmenin özellikle Mark Ruffalo’nun canlandırdığı Duncan Wedderburn karakteri üzerinden toksik masküleniteyi tiye alan dokunuşları, erkek egosunu biraz yıpratacak cinsten. İşte filme atfedilen feminizm de tam buradan kaynaklanıyor. Oysa Bella’nın varoluş serüveni sadece cinsellik odaklı değil. Bella yemek yerken de cinselliği yaşadığı kadar doğal ve talepkâr. Beğendiği yemeği kusana kadar yiyecek, beğenmediğiniyse ağzından tükürecek kadar “medeniyet” dışı. Bella, hayatının ilk dönemlerini Dr. Godwin tarafından izole edilmiş bir gözlem alanında geçirdiği için medeniyet dediğimiz toplumsal sınırlamalardan tamamen habersiz. Dolayısıyla yeni tanıştığı dış dünyada yemek ve seks gibi en temel içgüdülerini sınırsızca yaşıyor. Yani aslında Bella, feminist bir duruşla eril tahakküme baş kaldırmıyor, bu tahakkümden tümüyle habersiz olduğu için içgüdülerinin peşinden gidiyor ve bizi de beraberinde 141 dakikalık filmin muhteşem finaline götürüyor.
2009’da Kynodontas / Köpek Dişi ile sinemaseverlerin gönlüne taht kuran Yorgos Lanthimos, Hollywood’a transfer oluşundan yaklaşık 10 yıl sonra Poor Things ile 11 dalda Oscar adayı oldu. Film kaç Oscar kazanır bilinmez ama sıradışı görselliğiyle ve çeşitli okumalara açık hikâyesiyle sinema tarihinde uzun yıllar tartışılacağı kesin.