Kesin tarih hatırlamıyorum. Ben diyeyim 1980, sizi deyin 1982. 80’li yılların başı. Hayatta en önemli üç şey var o zaman benim için; televizyon, sinema ve çizgi-roman. O sırada bilmiyordum ama sonradan bunların arasına futbol da katılacaktı. Ama zaten o sırada bilmediklerim, bildiklerimden çok daha fazlaydı.
Ege Görgün (Landlord)
Bilmediklerimden birkaç örnek vereyim hemen: kızlar, sokakta arkadaşlarımla top oynamak, politika, matematik (hala bilmem ya!), gelecekte saçlarımın döküleceği (babam da keldi oysaki, ama ben o zaman oğulların babalara çektiğini de bilmiyordum), sinema yazarı olacağım, (hatta böyle bir mesleğin varlığından bile haberim yoktu), kitaplar yazacağım (bu pek doğru değil aslında, ilk kitabımı yazmaya o zaman başlamıştım belki ama hiç yayımlanmadığına göre sayılmaz. Demek ki hala bir kitap falan yazmış değilim ben. Şöyle diyelim o zaman, kendime emrivaki yapmaya çalışıyorum.) O zamanlar bilgi sahibi olmadığım konular sıralamakla bitmez onun için kısacık bir anı-öyküyle bu fasılayı noktalayalım.
Küçüktüm. 8 yaşında mıyım, daha mı küçük, daha mı büyüğüm tam hatırlamıyorum. Ama yazlıktayım. Kitapların arasında sakız paketi gibi bir şey buldum. (Bu pakete daha sonra tekrar döneceğiz, unutmayın. Filmin başında görülen silah film bitmeden mutlaka patladığına göre, benim yazımın başında görünen paket de elbette eninde sonunda açılacaktır herhalde.)
En az üç ay kalırdık biz yazlığımızda. Çınarcıktaydı evimiz, tam sinemanın karşısında. Açık hava sinemasıydı. Çekirdek kabuklarını yerlere attığınız, tahta sandalyeli, iki günde bir filmin değiştiği, bazen ‘iki film birden’ olan, yağmur yağdığında filmin yarıda kaldığı sinemalardan yani. Film aralarında Modern Talking çalardı hep. You’re my heart, you’re my soul… Comenchero, Live is Life çalardı sonra. Bazen de Türkçe şeyler… Ayağıma bastın çocuk, çok kötü bastın çocuk, çocuğum olur çocuk…
Ne filmler seyrettim orada ben. Aliens‘ı da seyrettim, Ferdi Tayfur, Kemal Sunal, Cüneyt Arkın filmlerini de. İsmini, cismini şimdi hatırlayamadığım parça parça gözümün önüne gelen bir sürü uyduruk bilimkurgu, macera filmi…
Bizim apartmanın ön daireleri balkonlarından bedavaya seyrederlerdi filmleri. Sık sık film seyretmeye çocukları, torunları olan komşulara giderdim ben de. Öyle kolay kolay gidemezdim ama şimdi olduğu gibi o zaman da çekingendim. Biz kendi evimizden seyredemezdik çünkü bizim ev hem birinci kattı, hem de arka daire. Türkan Şoray ve Cihan Ünal‘lı Mine filmini komşumuzun balkonunda seyrettiğimizi hatırlıyorum mesela hanımlar matinesi ortamında. O zamanlar epey sıkılmıştım seyrederken, ama yine de etkilenmiştim.
Annemin yüzündenmiş bizim arka daire almamız. Geniş diye onu istemiş. Gelenimiz, gidenimiz çok oluyor bize büyük ev lazım demiş. (Oysa şimdilerde yatıya misafir gelmesin diye, eve açılır kapanır kanape bile almıyorlar. Araştırın, son yirmi yılda acayip düşmüştür açılınca yatak olan mobilyaların satışları.) Gerçekten de misafir hiç eksik olmadı evimizden. Akrabalar sırayla gelir yerleşirlerdi eve. Tabi kim verecek pansiyon parası, yemek parası… Bizim evde her şey beleş. Rahmetli babam değil ama annem sonunda islan bayrağını çekti tabi. Her gün 7-8 kişiye kahvaltı, yemek hazırlamak kolay iş değil tabi. Üstelik gidip saatlerce okey, konken oynamak dururken… Eskiler nedense yazlık dendi mi, tatil dendi mi, akıllarına denizden çok okey, konken geliyordu. En azından Çınarcık’takiler öyleydi.
Annemin tercihinin cezasını herkes çekti işte. Ben filmlerin hepsini izleyemedim, o misafirlere hizmet etmekten yoruldu ve daha bir sürü şey. Eve hırsız girmesi, kanalizasyon kokusu çekilmesi falan filan… Büyük depremden önce satmasaydık muhtemelen orada olacaktık. 6-7 katlı binanın en altında. Neyse ki zaten yıkılmamış bizim bina.
Kadınların, özellikle annelerin kafası bir acayip işler işte böyle. Kimi zaman hayat kurtarır, kimi zamansa hayatınızı karartır. Annemin hayat kurtaran değil ama, anı kurtaran zekasına bu yazlık evimizde şahit olmuştum. Dediğim gibi, kütüphanede sakızınki gibi renkli bir ambalajı olan kare şeklinde küçük bir paket bulmuştum. (Döneceğiz demiştim di mi?)
Küçüğüz ya, meraklıyız da haliylen. Paketi cırt diye açtım hemen. İçinden halka şeklinde,- ortası delik değil ama -, bir şey çıktı. Biraz kurcalayınca, ortasındaki bölüm sarktı ve ben de bunun balona benzer bir nesne olduğunu fark ettim. Balon olduğundan emin değildim. Çünkü kadın çorabı rengindeki bu haddinden fazla geniş ağızlı şeyin balon olmadığından kuşkulanacak kadar, balonları iyi tanıyordum. Anneme sorarmaya karar verdim bu şeyin ne olduğunu. Sonuçta onların odasında bulmamıştım bu şeyi, o yüzden sakıncalı olabileceği ihtimali hiç aklıma gelmiyordu.
Ne yazık ki annemin beni elimde prezarvatifle gördüğünde yüzünün ne şekle girdiğini hiç anımsamıyorum. Yalnızca elimdeki şeyi ne olduğunu sorduğumda bana duraksamadan verdiği yanıt kalmış aklımda. “Deden hasta biliyorsun. Geceleri çişini tutamıyor. Onun için bu şeyi gece yatarken pipisini takıyor, yatağını ıslatmasın diye.” Ayaküstü yazılan bu senaryoya, bu son derece mantıklı yanıt beni hemen ikna etmişti. Dedem bizi ziyarete geldiğinde, bu şeyi biz de unutmuş olabilirdi pekala. Bu ikna oluş, yıllar sonra prezarvatifin ne olduğunu öğrenene kadar sürdü. Ortaokul dönemi olabilir… (Biraz geç mi ne? Ee, ne yapalım, İstanbul çocuğu değiliz biz, taşrada biraz yavaş ilerliyor işler!)