Zaferi onların kazandığı söylenebilir. Ancak Pasifik’te giriştikleri savaş Amerikalı askerlere tam anlamıyla cehennemi yaşatmıştı. Doğa şartlarından, açlıktan, susuzluktan, hastalıklardan ve yorgunluktan daha beteri karşılarında en kötü kabuslarında bile görmedikleri türden bir düşman olmasıydı: Japon askerleri. The Pacific dizisi bu sürrealist tragedyayı en gerçekçi şekilde resmediyor.
Batı ve Doğu medeniyetleri arasında tarih boyunca savaş hiç eksik olmadı. Stratejiler ve asker sayıları belirleyici oluyordu daha çok eski zaman savaşlarında. Modern zamanlara gelindiğinde de devam etti bu savaşlar ama artık belirleyici olan silahların niteliği ve niceliğiydi. Batı genellikle silah teknolojisine güvenirken, Doğu’ya sarsılmaz inançlarına sarılarak savaşmak düşüyordu her seferinde. Sömürgeci İngilizler 19. yüzyılın sonlarında Afrika’daki savaşlarda ilk kez makineli tüfek kullanmaya başladıklarında kesin zaferler elde etmeye başladılar. 50 kişinin 5 bin kişiye galip geldiği adaletsiz bir savaş şekli çıktı ortaya.
İslam dinindeki şehitlik inancı silah teknolojisinin yarattığı bu eşitsizliği ortadan kaldıramadı ama Batı’nın aldığı pek çok yenilgide önemli bir rol oynadı. Afganistan’da mücahitler bomba sarılı bedenleriyle kendilerine rus tanklarının paletlerinin altına bıraktılar. Birçok tank yok edildi bu yöntemle ama asıl yok edilen Rus askerlerinin morali ve kararlılığıydı.
Amerika, ölmeyi yenilgiye ya da teslim olmaya yeğ tutan düşmanla II. Dünya Savaşı’nda tanıştı. 7 Aralık 1941’de başlayan Pasifik Savaşı 2 Eylül 1945’e dek sürecekti. Bushido kültürüyle yetişmiş Japonlar için savaşta ölmek hem kendileri hem de aileleri için büyük bir onur, yenilgi ya da teslimiyet ise büyük bir onursuzluktu. Teslim olan askere saygı duyulmazdı, teslim olmak yerine intihar etmesi beklenirdi. Aileler de çocuklarını güle oynaya askere gönderiyorlardı. Savaşmaları için değil, ölmeleri için uğurluyorlardı oğulları. Oğulları kendilerine bakmak için geride kalmasın diye canına kıyan anneler bile vardı. 8 yaşından itibaren onlara öğretilen buydu işte: Ölümüne savaşmak! Japon askerleri tüm yürekleri ve benlikleriyle bu amaca adamışlardı kendilerini!
Japon askerleri Tanrı saydıkları imparatorları için savaşıyorlardı. Düşmanlarına karşı en ufak bir acıma kırıntısı, öldürme ya da ölmeyle ilgili en ufak bir tereddüt taşımıyorlardı. Kendilerine yardım etmek isteyen Amerikalı bir sıhhıyeciyi de, artık savaşamayacak haldeki yaralı bir düşman askerini de öldürmeyi de görev bellemişlerdi. Diğer yandan öleceklerini bile bile kendilerinden çok daha kalabalık bir asker topluluğunun koruduğu bir mevziye doğru hücuma geçebilirlerdi. Dolayısıyla, 1944’de üst üste kaybettikleri birkaç önemli muharabenin ardından saldırı kuvvetleri arasına Kamikaze pilotlarını dahil etmekte bir sakınca görmediler. Bu pilotlar bombalar yüklenmiş, benzin depoları dolu uçaklarıyla Amerikan gemilerine intihar dalışları yapıyorlardı. Kendilerini böyle feda edebilmelerinin ardındaki bir diğer neden de Japonların kendilerini bir birey olarak değil, bir bütünün parçası olarak hissetmeleriydi. Bütün ülke sanki adeta tek bir bilinçle hareket eden bütün gibiydi. Ben yoktu, biz vardı. “Bir atan 100 bin yürek”ti propaganda sloganları.
Japon askerleri ölümüne hücum ederken “Tenno Heika Banzai” diye bağırırlardı, yani “Çok Yaşa İmparator!” Ama bunu derken akıllarında aileleri vardı. Ailemi ve toprağımı korumak için ölmeliyim, düşüncesi vardı.
İşte Amerikalı askerler böyle bir düşmana karşı savaştılar Pasifik’te. Japonya teslim olduktan sonra bile muharebeler devam etti bu yüzden. Hala teslim olmak istemeyen asker grupları vardı. Kimisi de Japonya’nın teslim olduğuna inanmak istemiyordu, bunun “şeytan” Amerikalılar’ın bir başka oyunu olduğunu düşünüyorlardı. Onlara beyaz ırkın her türlü kötülüğü yapabilecek iblisler oldukları öğretilmişti.
Amerikan askerlerinin pek çoğu ise yaşadığı kasabanın dışına ilk defa çıkan, Pearl Harbor baskınıyla ülkenin yaralanan milli gururuna pansuman, kamuoyunun intikam hislerine tercüman olmak üzere Pasifik’in kuş uçmaz kervan geçmez adalarına gönderilmiş körpecik gençlerdi. Japon askerlerinin aksine ölmeye ne niyetleri vardı, ne de onlara öleceklermiş gibi geliyordu. Zamanla bu değişti tabi. Japonların fütursuz saldırıları onlara büyük kayıplar verdiriyordu. Yanıbaşlarında pek çok arkadaşlarını öldüğünü gördüler. Ölümle yüzleşince çıldıran Amerikan askerleri oldu. Japon askerlerinin savaşma şekli pek çoğunu depresyona soktu. Ve tabi tropikal iklimin cenderesinde aylar, yıllar geçirmenin buhranı.
En başta da dedik ya, dünya üzerinde cehennemle en çok benzeşen yeri yaratmıştı Pasifik Savaşı. 200 binden fazla askerin öldüğü Normandiya Çıkarması’ndan bile kanlı bir savaştı.
Savaşın hikayesini anlatmak…
1998 tarihli Er Ryan’ı Kurtarmak (Saving Private Ryan) filminde birlikte çalışan Tom Hanks ve Steven Spielberg, bu tecrübelerini biraz daha detaylandırarak bir TV dizisine aktarırlar. Böylece ortaya 2001 tarihli HBO yapımı 10 bölümlük Band of Brothers çıkar. Yaklaşık 125 milyon dolar bütçesi olan dizi Normandiya Çıkarması’nın ardından Avrupa’nın içerlerine sızan ve çarpışarak Almanya’ya doğru ilerleyen paraşütçü Easy Birliği’nin hikayesini anlatıyordu. Senaryo, Easy Birliği’nden hayatta kalanlarla görüşülerek oluşturulduğu için tamamen gerçeklere dayanıyordu.
Spielberg ve Hanks’in Gary Goetzman’le birlikte yürütücü yapımcılığını üstlendikleri The Pacific, farklı bir cepheyi mercek altına alsa da bir anlamda Band of Brothers’ın kardeşi. Yine 10 bölümden oluşan ve bu kez bütçesi 150 milyon doları aşan The Pacific temel olarak iki gazinin kitaplaştırdığı anılardan yola çıkıyor. Eugene Sledge ve Robert Leckie haliyle dizinin de anakahramanları oluyorlar. Üçüncü ana kahraman ise Pasifik’in en kanlı muharebesine tanık olan Iwo Jima’da hayatını kaybeden II. Dünya Savaşı kahramanı John Basilone.
The Pacific’i izlerken üç kahramanımızın ve onların silah arkadaşlarının peşinde Pasifik Savaşı’nın en önemli muharabelerinin yaşandığı Guadalcanal, Cape Gloucester, Peleliu, Okinava ve Iwo Jima’ya gidiyor, o cehennemi ortamı adeta biz de yaşıyoruz.
Hem The Pacific hem de Band of Brothers bizim televizyonlarımızda da yayınlanmış ve ilgiyle izlenmişti. O zamanlar seyretme fırsatı bulamadıysanız, ya da arşivinizde mutlaka olsun istiyorsanız, sinema filmi kalitesinde çekilmiş bu dizilerin, özel tasarlanmış harika metal kutularında piyasaya sunulduğunun müjdesini verelim.
The Pasific
Yönetmenler: Tim Van Patten (1, 7, 9); Jeremy Podeswa (3, 8,10); Graham Yost (4), Carl Franklin (5); Tony To (6); David Nutter (2, 8 )
Oyuncular: Joseph Mazzello (Eugene Sledge), James Badge Dale (Robert Leckie), Jon Seda (Sgt. John Basilone), Ashton Holmes (Sidney Philips), William Sadler (Yarbay Lewis “Chesty” Puller), Jon Bernthal (Manuel “manny” Rodriguez), Keith Nobbs (Bud “Runner” Conley), Martin McCann (Çavuş R.V. Burgin), Scott Gibson (Yüzbaşı Andrew A. “Ack Ack” Haldane)
Hangi kitaplar kaynak alındı?: With the Old Breed: At Peleliu and Okinawa (Eugene Sledge); Helmet for My Pillow (Robert Leckie)
Pasifik Savaşını Konu Alan En İyi 10 Film:
1. Iwo Jima’dan Mektuplar – Letters From Iwo Jima – 2006
2. Atalarımızın Bayrakları – Flags Of Our Fathers – 2006
3. İnce Kırmızı Hat – The Thin Red Line – 1998
4. Cehennemde 2 Adam – Hell in Pacific – 1968
5. Kwai Köprüsü – The Bridge On the River Kwai -1957
6. Attack Force Z – 1982
7. Rüzgarla Konuşanlar – Windtalkers – 2002
8. Guadalcanal Günlüğü – Guadalcanal Diary – 1943
9. Cehennem Köşesi – Halls of Montezuma – 1951
10. Iwo Jima’nın Kumları – Sands Of Iwo Jima – 1949