Başrolde Cem Davran’ın yer aldığı “Ve Panayır Köyden Gider…”, bir yabancının dış dünyadan kopuk bir köye gelişi ve öyle ya da böyle geçinmeyi başaran köylülerin yaşamlarını değiştirmesini şiirvari (hayır, şiirsel değil) dille anlatan bir dram.
Tren yaklaşır, durur ve uzun zaman sonra ilk defa içinden biri iner. Elinde bordo bavulu, üzerinde bordo takımıyla bu adam yıllar sonra köyün ilk ziyaretçisidir. Kahvenin yerini sorar istasyon görevlisine ve yürür, yürür, yürür… Güneşin altında, üzerinde bordo takımıyla, aldırış etmeksizin yürümeye devam eder. Köy meydanına, kahveye gelir ve iki masadan boş olanına oturur, konuşmaz. Bu yabancının kim olduğunu, nereden ve neden geldiğini merak eden köylü adına muhtar gider konuşur, ancak hiçbir yanıt alamaz. Ucu bucağı olmayan yolculuğunda biraz olsun soluklanmak adına bu köyde dinlenir, göçüp gitmiş bir köylünün evinde misafir olarak köylüce ağırlanır. Evinden çıkar, köyün her yerine gider. Ancak konuşmaz, karışmaz kimseye. Yalnızca gençlere, köyün bekçisi Ali (Engin Altan Düzyatan) ve kahvenin sahibi Filiz’e (Açelya Devrim Yılhan) hayatın olmadığı bu köyden, var olduğu bile bilinmeyen bu diyardan kaçıp gitmeyi tavsiye eder. Köydeki hayatlara müdahale eden bu yabancı, bir yandan da köylüyü yüzleşmekten kaçındıkları geçmişle baş başa bırakır.
“Ve Panayır Köyden Gider…” onlarca parçayı izleyicinin önüne atan, imgeler arkasında saklanıp bu parçaları ve hikayeleri birleştirmeyi izleyiciye bırakan bir yapım. Ancak izleyiciye hiçbir yol göstermemesi ve parçaların birleştirici öğesi olan panayırı doğru aktaramamasıyla kendi karmaşasında kaybolup gidiyor. İzleyicinin farklı farklı senaryolar kurmasına (ya da kurabilmesine) imkan vererek de ne dediği, neyi anlattığı anlaşılmaz bir hale bürünüyor (Bu senaryolardan bir kaçına *sürpriz bozan* (spoiler) içermesi sebebiyle yazının devamında yer vereceğim).
“Ve Panayır Köyden Gider…” abartılı sahnelerine, Cem Davran’ın ve Açelya Devrim’in haricindeki vasat oyunculuklarına ve baştan sona soru işaretleriyle dolu yapısına rağmen atmosferi ve yoğun çabası itibariyle deneysel kategori altında izlenebilecek bir yapım.
Filme dair teori ve alternatif senaryolar:
Filmin senaristi ve yönetmeni Mete Sözer’in gerçek bir dünyayı anlatmadığı teorisi üzerinden bakıldığında “Ve Panayır Köyden Gider…” bir adamın vicdan azabını yansıtıyor denebilir. Gerek köyün dış dünyayla olan bütün ilişkisini koparmış olması, gerek bu yabancının, yani vicdan azabını çekenin sonu gelmez bir yolculuktan bahsetmesi bu teoriyi güçlendiriyor. Yapılan bu içsel yolculukta bordo/kırmızı gibi güçlü ve aşktan ölüme birçok imgesel anlam taşıyan rengin tercih edilmesi ve filmin son anına dek açılmayan bavul aracılığıyla özele, insanın vazgeçemediklerine göndermede bulunmasıyla bu köy, yabancımızın içsel çatışmasını bir mekanda somutlaştırma görevini üstleniyor. Zaman kavramının var olmaması ise hikayenin gerçek dünyada geçmediğini bir kez daha vurguluyor. Ölümle olan yakın ilişkisi ve ölümün hikaye boyunca basamak görevi görerek bazı bilinmezlere açıklık getiriyor olmasıyla da (Ali’nin babası Halil’in ölümüyle yabancının kim olduğunun öğrenilmesi, Veli’nin ölümüyle köy ve düğün arasındaki ilişkinin kurulması, dansçı kadının ölümüyle parçaların birleştirilmesi) bu yabancının meselesi anlaşılmaya başlıyor. Kızın bu yabancıdan mı yoksa Veli’den mi olduğunu sorgulatan kahve baskını sahnesi, Ali’nin duyduğu hayal kırıklığını, kıskançlığı ve öfkeyi dansçıdan çıkarması ve yabancı ile Ayşe’nin karşılaşmasıyla da sorunun gönül meselesi kaynaklı olduğa açıklık getiriyor. Ancak bu gitmek, gelmek, kopamamak, bırakamamak kavramları yabancının kendi içinde yaşadığı çatışmayı içinden çıkılmaz halde izleyiciye veriyor ve tek çözüm olarak da kaçmayı, geride bırakmayı sunarak bütün kolay yolu tercih ediyor. Fakat bir açıklık getirememesi ve büyük ölçüde panayır kısmını hikayenin dışında bırakmasıyla bu teori biraz ortada kalıyor.
Bir diğer teori olarak yabancı ile şeytan arasındaki ilişki öne çıkıyor. Ayşe’ye duyduğu ve onunla yaşadığı (yasak) aşk yüzünden kaçıp giden, Veli’yi kandırıp damadın babasını yani yanlış dostu öldürmesi için şeytanla anlaşan bu yabancıyı anlatıyor. Aradan geçen yıllardan sonra, yani yabancı her şeyi unuttuğunu sandığı sıralarda şeytan, borcunu tahsil etmek üzere bu yabancıyı köye tekrar getiriyor. Gerek yabancının kırmızı takımı, gerek panayırdaki dansçının siyah kanatları üzerinden kurulan şeytan göndermesinde de yabancının suçu gelen panayırla tekrarlanıyor, tekrar yaşatılıyor. Filiz’in kahveyi annesinden devraldığını düşünürsek, Ali’nin panayır sırasında Filiz ve Muhtar’ı basması, orada bulunan ve gördüğü manzara karşısında yıkılan yabancının geçmişte yaşadıklarını hatırlaması ve yeniden yaşamasına sebep oluyor. Ancak bu anı karakterlerin yaşları üzerinden yeniden kurguladığımızda Veli Muhtar’ın, Filiz Ayşe’nin, yabancı da Ali’nin yerine geçiyor, bir anlamda da Ayşe’nin neden yabancıyla değil Veli’yle birlikte olduğunu açıklıyor. Sahnede ise geçmişte susan ve bunun bedeli olarak hayatının aşkını kaptıran yabancının pişmanlığı ve keşkesi görülüyor, Ali’nin yaptığını yapamamaktan yakınıyor. Bu sahneyi tersten, yani Veli ve yabancının yerini değiştirerek okuduğumuzda ise Filiz’in yasak aşkın bir meyvesi olduğu, ancak şeytanla anlaşma yapan yabancının Veli’yi kandırarak yanlış adamı gördüğünü düşünmesi gibi farklı bir senaryo ortaya çıkıyor. Panayırın karanlık ve şeytani atmosferi, ateşin cehennemle olan ilişkisi de hem bu anlaşmayı hem de kahve sahnesinin bir deja-vu olduğunu fikrini destekliyor. Yine de bu tteori yeterli ipucuyla desteklenmediği için havada kalıyor.
Filmdeki en bariz hikâyeye değinmek gerekirse, filmin başında da belirtildiği gibi cinayet üzerine kurulu bir olaylar zinciri söz konusu. Veli’nin yanlış kişiyi öldürdüğü, asıl suçlunun (suçunun meşruiyeti soru işareti) kaçıp gittiği ve yabancımızın, yolu oradan geçerken geçmişe dönüp şöyle bir bakmak adına köye tekrar uğradığında gerçeklerle karşı karşıya geldiği bu hikayede köyde yaşanmış lanetli bir gecenin izleri bulunuyor her bir sahnede. Bir yanlışı düğün gecesi gibi mutluluk dolu bir geceyi karanlığa gömecek bir başka yanlış izliyor ve ardı ardına gelen başka yanlışlarla da köy karanlığa teslim oluyor, sonucunda da köy kendini dış dünyadan soyutluyor. Yabancının gelişi ise sorgulanmayanları akıllara getiriyor, doğruluğu/haklılığı tartışılmamış olanlar yeni doğan senaryolar çevresinde tartışmaya açılıyor. Ama bu düzlemden ilerlediğinde de panayırın varlığı/gelişi hikayeye bütünüyle dahil olamıyor. Bizim yabancımız ile panayırın yabancıları/yabancılğı arasındaki farkı gösterirken ve panayırın aslında dış dünyayla kurulan bir temas olduğunu belirtmeye çalışırken konuyu saptırıyor. Asıl meseleyi hatırlayıp yeniden yabancıya döndüğünde ise geçmiş ile yaşanan baskın olayu arasındaki ilişkiyi kurmakta geç kalmış oluyor. Arkasında ise bölük pörçük, soru işaretleriyle dolu bir altmış dakika bırakıyor.
Açıkçası Mete Sözer ne kastettiğini açıklamadığı sürece farklı farklı parçalarla dolu bu film bulanık kalmaya devam edecek. Zira hangi parçanın hangisiyle ilişkilendirilmesi, bu yapboza, bilmeceye hangi açıdan bakılması gerektiğine dair hiçbir ipucu olmadan bu işin içinden çıkılamaz.