Kasabaya ilk kez panayır gelmişti. Belediyenin biraz ilerisinde boş bir arazi onlara verilmişti. O arazinin bir sahibi yoktu, birçok sahibi vardı. O arazi biz çocukların futbol sahasıydı. Ele geçirilen bizim yerimizdi ama panayır kuruluyor olması işleri değiştiriyordu. Zaten bir fenalık karşısındaki durumumuz belirli ölçekte bize fayda sağlıyorsa hemen değişmez miydi?
Panayırda en çok yeni insanların yüzleri dikkatimi çekmişti. O daracık alanda kendi dünyalarını yansıtan eşsiz yüzler. Bizlerden çok farklıydı. Bıyıkları sararmış erkekler, yüzleri kırışmış kadınlar değildi bu insanlar. Gözleri hep parlayan ve yüzüne ilginç bir gülümseme yapışmışçasına değişmeyen yüzler, kaşlar, dudaklar…
Bilet almak için sıraya girenler ilk günün heyecanından mıdır yoksa böyle şeylerin kasabaya nadir gelmesinden midir bilinmez en güzel kıyafetler ve tıraşlı yüzlerle arz-ı endam ediyorlardı. Yoğun bir tütün kolonyası eşliğinde satın alınan biletler şaşkın izleyicilerin elinde bir koçandan diğer satıcıya gitmek üzereydiler. Öncelikle tatbik edilen bu işlerin nasıl yapılacağı da önemliydi. Panayırın her zamanki müşterisi kıvamından çok uzak bir yapıdaki bu “panayır yabanları” kullanacakları aletlerin ne olduğunu, nasıl kullanılacağını önceden izleyerek kısa bir eğitim almayı ihmal etmiyorlardı.
Benim en çok çarpışan arabalar ilgimi çekmişti. Daha minicik bir çocukken babamı bir araba kazasında kaybettiğimden olsa gerek bu çarpışan arabalar bana o anın bir temsili gibi geliyordu. Babam traktörün üstünde ilerliyor, karşıdan gelen bir araba babamla aynı buradaki gibi kafa kafaya çarpışıyordu. Burada insanlar gülüp eğlenirken orada babam son nefesini veriyordu. Çok sürmeden adam ikinci mahkemede salıverilmişti. Ya şehirli olmanın avantajıydı bu ya da kasabalı olmanın değersizliği.
Cebimdeki paranın hiçbir oyuncağı kullanmaya yetmeyeceğini biliyordum. Beni babasız bırakan bu düzenin oyuncağı olmuştum ve zaten benim başımdaki oyunlar bana yetiyordu. Bir süre daha aylak aylak etrafı izledikten sonra bizim oğlanların yanından ayrıldım ve bir süre daha izledim çarpışan arabayı. Evet, herkes gülüyordu. Her çarpışma zaten amacın bu olduğu ortamda gayet yerinde bir hareket olarak duruyordu ve kimse bu durumdan canı acıyarak ayrılmayacaktı.
Hayatımıza tesadüf eden insanların bir bilet dahi almadan bu şekilde bizim güzergahımıza yön vermeleri akıl alır şey değildi. Bundan ne elem duyuyorlardı ne de bunun sonucunda bir ceza alıyorlardı. Oysa burada bir hata vardı ve bu hata benim her gün gıptayla izlediğim birçok arkadaşımın babasıyla olan hikayelerine benzer şeyler yaşamama engel olmuştu. Belki onla rda çok mutlu değillerdi babalarından ancak bir babanın varlığı ne kadar kötü olursa olsun yokluğu kadar sorun çıkarmıyordu.
Gün akşam olurken bilet satanlar mutlu, o bileti alanlar mutlu ve orada olanların hepsi gayet mutlu bir şekilde artık kapanmakta olan panayırın sakinleriydiler. İçlerinde tek mutlu olmayan bendim. Eve gittiğimde annem nerede olduğumu bile sormadı. Yaptığı aşın yanına kestiğimiz domates bütün günün özetiydi belki de. Yemekten sonra içim rahat etmemişti. O çarpışan arabaların nasıl olduklarını sormak için panayıra tekrardan gittim. Tabi kapısında bir kilit ve etrafta dolanan bekçiyi alt ederek içeri girdim. Arabanın yanına geldiğimde binmek aklımın ucundan bile geçmedi. Ta ki oranın görevlisi olduğunu öğrendiğim bir adam yanıma gelene kadar;
“Binmek ister misin?”
Adamın sesini duyunca içimdeki ürperti bir anda korkuya dönüştü ve olduğum yerde kala kaldım. Adam gayet güler yüzlüydü. Bu tarz ziyaretçilerin her panayırda olduğunu anlattı. Benim geliş amacımdan zerre haberi yoktu. Tekrar sordu aynı soruyu.
“Buraya binmeye gelmedim. Bir şeyi anlamaya geldim. Burada çarpışan herkes mutluydu. Çünkü bilet alarak binmişlerdi bu arabalara. Benim babama çarpan adam bileti nereden almıştı sence? Siz mi sattınız o bileti?”
Adam şaşkın dinledikten sonra babama ne olduğunu sordu. Olanları anlatınca o güler yüzü bir parça düştü.
“Biz insanları mutlu edecek biletler satarız genç adam. Baban için üzüldüm. Bazen hayat adaletini yanlış tarafa uyguluyor.”
Panayırdan çıkarken bir kasabanın adalet terazisi yoksa bir şehrin adalet terazisi olabilir mi diye sormaktan kendimi alamadım. Eve geldiğimde akşamdan yediğim aş ve domatesin devamı var mı diye mutfağa gittim. Başka bir alternatif olma ihtimali yoktu zaten. Mutfakta yarım bir domatesten başka yiyecek bir şey kalmamıştı. Domatesi aldım, biraz tuz attım ve odaya girmek için kapıyı yavaşça açtım. Tavanın demirinde bir ip, gergin sallanıyordu, sandalye ise yerde, devrik.