İçimdeki arabesk bir ses şu şarkıyı mırıldanıyordu.
“Saatler mi durmuş yoksa zaman mı?”
Ofisin kapısından yeni çıkmıştım ve yüzümde aptal bir gülümseme benimle gelmişti. Neden gülümsediğimi bilmiyordum. Elimde evrak çantası tarzı bir çanta ve içinde bilumum ofis malzemeleri ile muhasebeye dahi uğramadan kapı dışında kalmıştım. Hayatımda faturaları ödemek dışında sorumluluğunu aldığım tek şeyden de kovulmuştum. Artık ay sonunu zor getirme ve kendinden ödün verme devri kapanmıştı. Çünkü işten ayrılınca zaten doğal olarak gün sonunu dahi getirememe problemi ile karşılaşıyorsun. Bunlar bahane değil elbette. O işten ayrılmak benim gibi işini sevmeyerek yapan milyonlarca kişinin yapmak için can attığı bir şeydi ve bunu başarmıştım. Aslında bir başarısızlık olarak görünen bu durum benim milyonlarca kişinin hayalini gerçekleştirdiğim noktasında eşsiz bir başarıydı.
Hayatımdaki insanlara bunu kabul ettirmeye çalışmak veya durumu anlatmak çabasında değildim. Sevgilim muhtemelen ayrılacaktı benden. Beyaz yakayı bir türlü benimseyemeyip Ege’de küçük bir kafe açma fikrinden de uzaktım. Zaten bence bu kafe açma fikri başlı başına bir hezeyan. Aklımda bir turnusol testi vardı. Bunu uygulamak için de güzel bir fırsat geçmişti elime. Ofisin kapısına döndüm ve “Eyyyy ofis, sen kimsin ya? Benim kafamda milyonlarca saçma fikir destekçim var. Sen kim oluyorsun da benim kıymetli zamanımı çalıyorsun?”
Ofisin kapısında içimden avaz avaz bağırarak söyledim bunları. Kimsenin duymasına gerek yoktu zaten. Elimdeki evrak çantasına koyduğum ofis malzemelerini en yakın çöp bidonuna attım. Artık daha özgürdüm. Eve doğru bir müzikalin içindeymiş gibi kafamın içinde durmadan çalan müzik vardı. Arabeskten bir müzikale geçmiştim artık. Topuklarımı havada birbirine değdirip elime geçen şemsiye ile “Singin’in the Rain” filmindeki gibi bir elektrik direği ile dans edebilirdim. Tabi ortada bir müzik yoktu ve kafamın içi Adile Naşit kahkahaları ile inliyordu.
Eve gidip üstüme sıradan şeyler giydim. Yatağa sırt üstü uzandım ve ofisten çıkar çıkmaz aklıma gelen o efsane fikri uygulamak için son rötuşları yapıyordum. Her şey hazırdı. Hızla yataktan kalktım ve evden dışarı çıktım. İçimde tarifsiz bir heyecanla yeni hayatıma doğru koşuyordum. İlk iş, her zaman içinden geçtiğim pazar yerine doğru gittim. Sık sık alışveriş yaptığım Yakup Amca’nın tezgahına gidip fikrimi anlattım. Yakup Amca kısa bir şaşkınlık sonrası Pazar yerini inleten bir kahkaha attı. Etrafımızdakilerin anlık duraksaması ve bize bakması bir anlık utanç verici gelse de bunlar hep ofis alışkanlıklarıydı. Ciddi olduğumu anladığında hafifçe yutkundu.
Ertesi sabah erkenden kalktım ve Yakup Amca ile buluşacağım yere gittim. Çoktan gelmişti. Beyaz yakalı birinin vasıta yakalamak için kalktığı saatti henüz. O yüzden geçmişten çok da farklı bir durum değildi benim açımdan. Elindeki poşeti bana uzattı. Aldım ve içine baktım. Bir önlük ve bir miktar poşet vardı. “Lazım olacak.” dedi. Birlikte gittiğimiz sebze halinden herkesin en iş beğenmediği noktada yaptığı şeyi yapmak için kolları sıvadım ve bir kasa limon aldım. Pazar yerine geldiğimizde araçtan indirdiğim limonlar artık yeni patronumdu. En az geçmişteki işimdeki patronum kadar ekşi olan limonları Yakup Amca’nın tezgahının yanına yerleştirdim. Yakup amcanın verdiği önlüğü önüme geçirdim. Ondan bir ricam daha vardı. İş yerinden çıktıktan sonra güncellediğim profilime yeni bir fotoğraf eklemek için bir fotoğraf çekmesini istedim. Üzerimde sıradan bir kazak, önümde bir pazarcı önlüğü ve iki günlük olmuş sakallarımla elime aldığım bir limonu göstererek bir poz verdim ve profilimi güncelledim. Sosyal medyaya ilk olarak istifa ettiğimi yazdığımda takip eden arkadaşlarımın sayısı azalmıştı. Fotoğrafı attıktan bir süre sonra büyük bir sayı daha ayrıldı takipten. Haberleşme aracı olarak kullandığımız platformda da oldukça çoğalmıştı resimsiz isimler. Bazı inanmayanlardan mesajlar aldım. Bu durumun şaka olduğunu düşünüyorlardı. Gerçeğin bu olduğunu söylediğimde onlarda diğerleri gibi yaptı. Hayatımdaki bir tabakayı kendimden uzaklaştırmıştım. Şimdi bana yakın olduklarını düşündüğüm kişilere gelmişti sıra. Fotoğrafı tek tek sevgilime ve çevreme attım. Altına yeni işimin bu olduğunu ve hangi pazarda olduğumu yazdım. Ortak gruplara da aynını yazdıktan sonra birkaçı beni çıkardı. Sevgilim dediğim insan aramızdaki her şeyin bittiğini içeren kısa bir mesaj attı. Babam çıldırmış, annem ağlamaklı şekilde aradı. Çocukluk arkadaşlarım benimle dalga geçti. Sanırım destek olacak kimse olmayacak düşüncesine iyice alışmışken memleketten bir telefon aldım. Çocukluk kahramanım, dedem aramıştı.
“Limon satmak kolay değildir. Satmaktan çok alması zordur. Çürük mal almamaya çalış. İlk günden zarar etme. Sana yardımcı olacak birileri var mı?”
“Pazarda tanıdığım Yakup Amca diye biri var dede.”
“Tamam o zaman. Gelmeme gerek yok. Madem bir kollayanın var, sana işi öğretir. Kötü mal almazsan her zaman satarsın.”
Bana çocukken herkes hangi mesleği yapacağımı sorduğunda o an aklıma gelen ilk şeyi söylerdim. Onlarda bana doktorluk, öğretmenlik vb. işler yapmam gerektiğini söylerdi. Bana bir tek dedem demişti, “Büyüyünce ne olacağın değil ne kadar mutlu olacağın önemlidir.” diye. Şimdi o mutluluğa limon sıkmasına izin vermeyeceğim kimsenin.
“Gel vatandaş! Yatak limonu bunlar. Param olsa da ben alsam.”