Kadınlar güzel yalanları her zaman çirkin gerçeklere tercih ederler.
Başka birini kendinden daha çok düşünmek, kendi başına gelebilecekleri hiçe sayıp o başka biri için daha çok endişelenmek… Üstelik söz konusu kişi kodlarımıza işlenmiş içgüdüsel programı otomatik olarak harekete geçirecek bir insan yavrusu değilken… Egomuzu pompalayan bir sistemin hakim olduğu, bireyselliğin bazen açıkta açığa, ama çoğunlukla bilinçaltı düzeyinde övülüp, en büyük başarı emaresi olarak ilan edildiği; “başkası” kavramının “öteki” kavramıyla özdeşleştirilme çalışmalarının dur durak bilmeden devam ettirildiği bu dünyada… Nadir rastlanan bir tepki olduğunu söylersem, karşı çıkmazsanız herhalde.
Kendimi hiçbir zaman şövalye ruhlu bulmasam da, benim başıma gelmişti işte. Şu anda yanımda duran kadın için ölesiye endişeleniyordum. Üstelik bize doğru yaklaşan alevler yalnız onun değil benim hayatımı da çok ciddi biçimde tehdit ederken… Ölesiye endişeleniyordum. Ölüm karşısında ölesiye endişelenmek… Tam insana yakışır bir paradoks.
Kalabalıktan ayrılmıştık. Bunun daha iyi olacağını düşünmüştüm çünkü. Panik içinde bağıran kadınlarla birlikte, düşünmeyen, can havliyle hareket eden bir bir güruh içinde olmanın yarardan, çok zararı olurdu. Diye düşünmüştüm. Belki de haksızdım. Belki şu anda onlar birilerinin yardımıyla çıkışa doğru ilerliyorlar. Hatta belki dışarı çıktılar da, şimdi alevler içindeki alışveriş merkezine bakıyorlar. Yüzlerine biraz önce azraille yüzleşmiş olmanın verdiği şaşkınlık hakim. Tersi de mümkün tabi. Bizim gibi, hatta bizden daha kötü durumda olmadıklarının hiçbir garantisi yok. Bizim gibi… Köşeye sıkışmış… Çıkmazda…
Alevlerin önden haberci diye yolladığı sıcağı hissediyoruz. O sıcak, alevlerden önce kavuruyor umudumuzu, kendimize güvenimizi, sosyal merdivende bir yerlere gelebilmemizi sağlayan iğrenç hırsımızı, apolet gibi sergilediğimiz statümüzü, uygarlığın öğrettiği tüm şartlı refleksleri. Ama bunlar olmadan insan nedir ki? Hiç. Öylelelerinin binlercesi ölüyor da her dakika, haberimiz mi oluyor, olunca yüreğimiz mi sızlıyor.
İşbu sebepten alevler bize ulaştığında geriye bomboş canlarımız kalmış olacak. Yine de alevler şikayet etmeden coşkuyla kucaklayacak paylarına düşeni.
Nefes almak güçleşiyor. Dumanları hesaba katmamıştım. Belli ki onlar da hevesli bizden bir parça koparmaya. Son nefesimizi kime vereceğimiz belli oldu gibi. Alevlerin payı giderek küçülüyor.
Kollarımın arasında bir hareket hissediyorum. Karım. Titriyor. Korkudan. Daha sıkı sarılıyorum. Yapabileceğimin en fazlası bu.
Bir erkeğin alacağı en etkili darbelerden biridir karısına karşı aciz duruma düşmek. Egosu onulmaz bir yara alır. Kadın aciz erkeği sevmez. Aksini söylese de sevmez. Erkek bunu bilir. Korkar. Tıpkı şu anda olduğu gibi, tıpkı ölüm gibi, şimdiye kadar hayat denkleminde etkisiz eleman olarak gördüğü bir başka olasılık çıkmıştır karşısına. Kadınını kendisinden daha güçlü bir erkeğe kaybetme olasılığı… Kadını gittiğinde oluşacak boşluğun korkusu.
O boşluğun kıyısına kadar gelir erkek terk edildiğinde… Aşağı bakar ve yükseklik korkusu olsun, aşağı düşmeyeceğini bilsin bilmesin, çok korkar. Ama bilmediği şey o boşluğun zaten hep orada olduğudur. Kadının varlığı o boşluğu doldurmamıştır, yalnızca erkeğin görmesini engeller. Kadın o boşluğu kapatacak noktada durur. Erkek ne zaman görecek bir pozisyona geçse, kadın da ona göre yerini değiştirir. Çünkü o boşluğu gören hiçbir erkek iyi sevgili olmaz. O boşluğun korkusunu hisseden hiçbir erkek bir kadını mutlu edemez. Aslında acizdir erkek. Kadın bu çirkin gerçeği bilir. Ama kadın her zaman güzel yalanı, çirkin gerçeğe tercih eder.
Ve ben de şu anda acizim. Çare üretemiyorum. Ama korkumu hiç vurmuyorum dışarı. Son derece serinkanlı görünüyorum. Az sonra büyük bir ihtimalle öleceğim ama ben bir koca olarak statümü düşünüyorum. Karımın gözündeki saygınlığımı. O boşluğun korkusu ölüm korkusunu bile bastrıyor.
Karımın beni görecek hali yok oysa ki. O da kendi programına uygun hareket ediyor. Korunak, güvence bulabilme umuduyla bana daha bir sokuluyor farkında olmadan. Şu anda benim kim olduğumun önemi yok onun için. Bir simgeyim artık. Sığınılacak bir figür. Ağlamaya başladı. Neyse ki sessiz. Hıçkırıklarını hissediyorum. Her hıçkırıkta bir şey saplanıyor böğrüme.
Ölümün davetsiz bir misafir gibi gelip böyle emrivaki yapacağını hiç düşünmemiştim. Bana bir kazada falan ölecekmişim gibi gelmezdinedense. Belki kimseye gelmiyordur. Bilemem. Bugüne kadar sormadım kimseye, sana hiç ölecekmişsin gibi geliyor mu, diye. Azrail karşısına dikilip sırıtana kadar kadar onun varlığını aklına getirmiyor insan. Ölümden sonra hayat var mı diye düşünüyor da işine geldiği için, ölümü düşünmüyor. Aksi gibi şu anda, en lazım olduğu zamanda hiç umurumda değil ölümden sonra hayat olup olmadığı. Öncesindeki hayatımla daha ilgiliyim. Bitmesini hiç arzu etmediğim hayatım. Karım, fırsatını bulduğumda edindiğim sevgililerim, evim, bana ait olan ve beni ben yapan her şey…
Bizi biz yapan şeyler. Bak bu çok doğru. Hepimiz bize öğretildiği gibi kendimizi bir nokta olarak görme eğilimindeyiz. Hayatımızdaki diğer şeyler ve insanlar bizi gösteren noktanın etrafına dağılmış başka noktalar. Oysa biz bir nokta değil, bir çemberiz. Bizimle ilgili tüm noktaları içine alan bir çember. Çemberin içini dolduracak nokta yoksa boş bir çembersiniz demektir. Yani bir hiç. Kendini biri sanan salak bir nokta. Benim çember epey dolu Allah’tan. Ama bunun kötü bir yanı da var. Şu durumda kendini iyice belli eden bir yan. İçinde ne kadar çok nokta varsa, kaybedecek de o kadar çok şeyiniz var demektir. Beni düşünün. Az sonra ölecek olmama rağmen karım için endişeleniyorum. Onu kurtaramadığım için kendimi suçluyorum. Evdeki kolleksiyonlarımı düşünüyorum. Özenle topladığım caz CD’lerim ve plaklarım ne olacak benden sonra? Ya özenle bir araya getirdiğim DVD’lerim? Zippo çakmaklarım? Onları toplamakla haybeye mi harcadım enerjimi, zamanımı ve paramı? Benim yerime kimi getirir patron acaba? Gerzek Muzo’yu mu, kevaşe İdil’i mi? Off! Ölürken boş bir çemberde salak bir nokta olmak daha iyi sanki. Nihilistler ne kolay ölüyordur be kardeşim!
Ne kadar zamanımız kaldı acaba? Diğerleri kurtuldular mı?
Peki bunu gerçekten umursuyor muyum? Dürüst olmak gerekirse merak ettiğim daha çok onlardan ayrılmakta iyi edip etmediğim sanırım. Haklı olup olmadığım? Sıcak egomu kavuramadı demek ki daha. En zor da o kavrulur herhalde. Ben alevlerin yerinde olsam işi dumana bırakırdım. Havasız bırakıp boğsun egomu.
Burada olmamın kabahatlisi egom değil ama. Olsa olsa züppeliğim. Ben tutturdum, gidelim şu filmin galasına, diye. Ünlü gazeteciler, filmin oyuncuları burada olacak ya. Züppe bey de hava yapmak istedi. Ulan, hadi sen geldin karını ne sürüklüyorsun peşinden. Kadının hiç gelesi yoktu zaten.
“Sap, sap gidemem ben şimdi!”
Sap, sap geberemem ben, deseymişin daha iyiymiş. Züppe herif. Bencil hayvan.
Ama ne bileyim ben yangın çıkacağını.
Krallar gibi karşıladılar bizi kapıda. Bir ihtimam, bir ihtimam. Filmin konusuna uygun tarzda yapılmış dekorların içinden geçerken, helal olsun, dedim içimden, kıymışlar paraya. Sonra kalabalığın arasına attık kendimizi. Tanıdıklarla yapılan yüzeysel sohbetler, daha az tanıdıklarımızla en zorlama versiyonundan hal hatır sormalar derken filmin başlama saati geldi. Aslında o anda bile terk edebilirdim orayı. Maksat galanın curcunasına katılmaktı. Korhan Yavuz’un filmini seyretsen ne olur, seyretmesen ne olur. Adam ne zaman güzel bir film çekti ki hayatında. Hala film çekmeye devam ediyor bir de. İnsanın bildiği tek işi, kötü yapması ne acı bir şey.
Ben bunları düşünürken baktım eşim salonlara doğru çoktan hareketlenmiş. Onun filmi seyretmek istediği şeklinde yorumladım bunu. Sesimi çıkarmadım. Hiç niyeti yokken benim için kalkıp geldi buraya kadar, hadi gidelim, boşver filmi, desem bozulacak kesin.
Kalabalığa rağmen güzel bir yer bulduk oturduk. Salon hınca hınç dolu. Yalnız benim önümde bir boş yer var. Kadının biri arkadaşı için tutuyor orayı da. Film başlamadan az önce geldi arkadaşı. Az daha yetişemiyormuş. Bin bir aksilik gelmiş başına. Şimdi o bin bir aksiliğe değil de, onu yolundan edecek bin ikinci aksiliğin olmadığına yanıyordur, başka. Kadın da bu aralar böyle aksiliklerin normal olduğunu çünkü Merkür’ün geriye gittiğini anlatmaya başladı çocuğa. Kendisinin de başına gelmeyen kalmamıştı bu aralar. (Kalmış oysa ki!) Kadının, Merkür’ün tornistanını ve bunun yeryüzündeki yansımalarını böylesine ciddiyetle anlatması beni şaşırtıyor. Astroloji. Modern paganizm. Müritlerinin sayısı ve sadakati hiç göz ardı edilebilecek gibi değil. Hemen önümde gerçekleştiği için kulak misafiri olduğum bu konuşmalar şu anda oldukça ironik bir anlam kazanmış durumdalar. Merkür’ün kundakçılığı da tescillenmiş oldu. Bizler tanığız, hakim bey!
Nihayet film başladı. Beklediğimden çok daha iyi bir jenerikle. Genç bir bilgisayar dahisinin elinden çıktığı anlaşılan bu jeneriğin, filmin en güzel yeri olduğuna ikna olmam için yirmi dakika daha geçmesi yetti. Kırk yılda bir karımın dümen suyundan gitmiştim ve pişman olmuştum işte. Hatırlıyorum da gençliğimde, daha çulsuz ve aşırı sosyal bir üniversite öğrencisiyken kadınlara söz hakkı tanınmaması gereken şeylerin listesini çıkartmıştım. Tam listeyi hatırlamıyorum şimdi. Uzun bir listeydi. Sinema en başlardaydı ama. Bunu iyi hatırlıyorum. Her konuda olduğu gibi, burada da istisnaları tartışmanın dışına koyarak söyleyebilirim ki, sinemanın her anlamda sahibi erkeklerdir. Röntgenci erkekler olmasa sinema diye bir şey asla olmazdı. Sinemanın çıkış noktasıdır röntgencilik.
Kadınlar sinemaya el atmadan duramamışlardır. Ama onlar işin sanat ve kendini ifade etme boyutunda kalmayı tercih etmişlerdir genellikle. Oysa sinema öncelikle sanat değil, eğlence amaçlı olmalıdır bana göre. Bu eğlencenin tam adını da koyalım; insanlara macera ya da eski ağızla serüven yaşatmak. Maceraperestlik de bir erkek özelliği değil midir? Risklerin arasında kaybolmuş ödülü bulup çıkarabilmek için, güvenceleri bir kenara bırakmak, her şeyini tehlikeye atmak ancak bir erkeğin yapabileceği bir enayiliktir. Bana kaşif bir kadın söylesenize.
Bana kalsa, bırakın film yönettirmeyi, çoğu filmde kadınlara rol bile vermezdim. Kesin.
Bizim şu anda galasında yanmakta olduğumuz film bir macera filmi değildi. Bir macera vardı içinde. İnandırıcı olmayan, kötü yazılmış, bir o kadar da kötü kurgulanmış, sıradan bir macera. Her sabah işe giderken trafikte yaşadığım maceralar bile daha eğlencelidir bu ikinci sınıf öyküden.
Ben filmi bıraktım, kafamdaki tilkileri zapturapt altına almaya çalışıyorum. Karımı nasıl ikna ederim filmden çıkmak için? Zor olur şimdi çıkmak, dişimi sıkıp arayı mı beklesem? O sevmiş midir şimdi filmi? Sevmese de, çıkalım deyince bana inat yapar mı? Yanık kokusu mu bu? Duman mı var içeride?
Son ikisi benzer sorulardan oluşan sırayı bozmuştu. Bir terslik mi var acaba derken… Film koptu, ilk önce perdede beliren karanlık salona çöktü. Normalde herkesin soru sorar bir ifadeyle birbirine bakması gerekirdi bu durumda. Ama en yakınızdakinin bile yüzünü göremiyordunuz. Yani böyle olduysa bile benim farkına varmama imkan yoktu.
Öğrenilmiş reflekslerin ne kadar güçlü olduğu burada da ortaya çıktı. Herkes hiçbir şey olmamış gibi makinistin filmi yeniden başlatmasını bekledi. Kısacık bir süre için. Yanık kokusuna ve dumana rağmen. Ben de bunun galalara has o özel şakalardan biri olduğuna inanmayı tercih etmiştim. Film bir yangınla başlıyordu ne de olsa. Bunu akıl ettiğim için kendimle gurur duyup egomu sertleştirmeyi de ihmal etmedim tabi. Şimdi bakıyorum da, pek de zor bir şey değilmiş bunu akıl etmek, eminim salonun yarısı da benim gibi düşünmüş ve o yüzden yerlerinden kalkmamışlardı.
Dumanın iyice artması bitirdi kısacık bekleyiş süresini. Sesler yükselmeye başladı. “Çıkalım hadi!” “Paniğe gerek yok!” Ben hala serinkanlıydım. Ve salak… Bana kalsa otururdum daha. Yine de yerlerinden kalkıp biraz karanlığa alışmış gözlerinin yardımıyla, biraz el yordamıyla acil çıkış kapısına ilerleyen insanlara eşlik ettim. Panik yoktu. Şimdilik.
Acil çıkış bir hole açılıyordu. Yalnızca, bir yerlerde yanan alevlerin ışığıyla aydınlanan, duman oturmuş bir hol. İlk gittiğimiz yönde bizi korkunç bir sıcak dalgası karşılayınca yangına doğru gittiğimizi anladık ve hemen geri döndük. Gidebileceğimiz tek yön kalmıştı, orası da zifiri karanlıktı ve bizi nereye götüreceği belli değildi. İnsanlar salona dönüp yardım beklemeyi tercih ettiler. Hep birlikte salona döndük.
Panik ansızın başladı. Kadının biri, telefon edin, itfaiyeyi arayın, diye çığlıklar atmaya başladı. Bir kadın ona katıldı, diğer birkaç tanesi yüksek sesle ağlamaya başladı. Bir erkek sakin olun diye bağırdı ama onun da sesinde kendine güvensizlikten doğan çatlamalar ve titremeler vardı. Niyeti insanları cesaretlendirmekti belli ki. Bunun bir işe yaramayacağı ise çok açıktı. O sesle değil.
Benim karım sakindi. Ya da şoktaydı. Sesi çıkmıyordu. Duman nefes almayı güçleştirecek kadar artmıştı salonda. Birinin, yere çömelin ya da yere yatın diye bağırdığını, duydum. O anda gözümün önüne televizyondaki 11 Eylül görüntüleri geldi. Kendini binadan atan insanlar.
Bizim durumumuz belki daha beterdi. Karanlık, kapalı bir salonda kapana kısılmıştık. Şansımızı kendi başımıza denememiz gerektiğine karar verdim. Düşünmeden aldım bu kararı. Bu beni hiç rahatsız etmez. Düşünmeden davranmak. Garip ama, tecrübelerim içgüdüsel yapılan kimi hareketlerin bazen beklenmedik derecede iyi sonuçlar verebildiğini ögretmişti bana. Düşünceler öngörü cinsinden gizli doğal yeteneklerimizin katiliydi. Sanırım.
Yeniden acil çıkış kapısından çıkıp demin gitmeyi tercih etmediğimiz karanlık yöne doğru ilerledik karımla. Biraz ilerledikten sonra arkamdan sesler duydum. Herhalde diğerleri de şanslarını bu yönde denemeye karar vermişlerdi. Beklemedim onları. Yürümeye devam ettim.
Zifiri karanlıktı. Telefonumun ışığını kullanmayı denedim. Kendini aydınlatıyordu yalnızca. Lanet olasıca herifler fosforlu yönerge falan da koymamışlardı bu hole. Ve ben erken ölmemek için sigara içmiyordum. Bu yüzden çakmak ya da kibrit de yoktu üstümde. Karımda da yoktu. Sigara içmediğim için ölebileceğim hiç aklıma gelmezdi. Epey yürüdüm. Arkamdan ses gelip gelmediğine baktım. Hiç ses yoktu. İlk kez belki de biraz aceleci davranmış olabileceğimi o anda düşündüm. Hayat felsefemdeki ilk çatlak. Arkadakilerden birinde hatta çoğunda çakmak olmalıydı. Neyse ki gözlerim alışmaya başlamıştı karanlığa. Giderek daha iyi seçiyordum çevremi. Bu aydınlanmanın nedeninin dosdoğru yangına doğru gidiyor olmamdan kaynaklandığını çok geçmeden anladım. Geriye dönmekten başka çarem yoktu. Diğerlerine bu tarafta bir şey olmadığını söylerdim hem.
Diğerleriyle bir daha hiç karşılaşmadım. Ya benim gözümden kaçan bir girişten başka bir hole dönmüşlerdi ya da binayı tamamen terk etmişlerdi. Şimdi belki dışarıda alevler içindeki alışveriş merkezine bakıyorlar. Ama bunu en başta söylemiştim zaten değil mi?
Ya dumandan boğulacağız, ya da yanarak öleceğiz. İkisi de birbirinden berbat ölümler. Belki karım için bir şey yapabilirim. Onun böyle acı çekerek ölmesine engel olabilirim. Bir tabancam olsa ne kadar kolay olurdu. Filmlerdeki gibi: “Son iki kurşun. Biri senin, biri benim için.” Ama silahım yok.
Aklıma filmler geliyor. Kahramanlarının benzer bir durumda kaldığı filmler… Uygun bir tane bulursam kopya çekeceğim. Filmlere bakıp gerçek hayatınıza yön vermek gayet salak bir şey normalde. Ama şu an hiçbir şey normal değil ve ancak filmlerde rastlanan bir durumun içindeyiz. Bana öyle geliyor en azından. Öyle yaşayamadık belki ama tıpkı filmlerdeki gibi öleceğiz. Kesin.
Alternatifler üretmeye çalışıyorum aklımda. Sınırlı oluyor tabi. Ölüm makinesi değilim ki ben. Hayalgücü gelişmiş bir sinema severin aklına neler gelebilirse o kadar.
Hiçbirinde tetik çeker gibi kolay olmayacak işim. Aklıma gelen yöntemlerin ilk ortak noktası bu. Ve aynı iyiliği bana yapacak kimse yok. Hiç de hoş olmayan bir şekilde ölürken, karım için son bir şey yapabilmiş olmam biraz huzur verecek mi acaba ruhuma?
Alternatiflerden birini hemen eliyorum. Onu boğamam. Nefessiz kalarak ölmenin en acı veren ölümlerden biri olduğunu okumuştum bir yerlerde. Hem çok uzun sürer. Gözlerimizin karşılaşmasına yetebilecek kadar uzun. Bunu yaparken gözlerini görmeye, bana bakmasını görmeye katlanamam. Farkında olmasını da istemem. Bir anlığına bile olsa. Ölüyor olduğunun… Benim onu öldürüyor olduğum gerçeğini bilmeden ölsün. Bir düşüncelik bile vakti olmadan… Ölümün düşüncesi, ölümün kendisinden bile korkunç çünkü.
Kafasına bir şeyle vurmak?
Vurmak için bir şey bulabilsem bile… Olmaz… Vahşi. Çok kanlı. Canının epey yanacağına da eminim. Bana yapılsın istemezdim. Bir kerede başaracağımın da garantisi yok üstelik. Gayri ihtiyari tereddüt edebilirim vururken ve ilk darbede bitiremeyebilirim işi. Sonra ne olacak. Açıklama mı yapacağım? Kaçarsa kovalayacak mıyım? Olmaz…
Şaşırtıcı. Uyuyor sanki. Ağlamaktan yorgun mu düştü acaba? Ya da… Yoksa.
Nefes alıyor. Uyuyor gerçekten. İnanılmaz. Nasıl uyuyabiliyor? Ama böylesi daha iyi…
Filmlerdeki gibi kolaydır inşallah.
Karımın göğsüme yaslanmış kafasını iki elimle kavrıyorum. Arkası dönük bana. Bir elim çenesinin altında, diğeri alnında. Kafasını sola ani bir hareketle çevirip sonra hızlı bir şekilde ters tarafa çekiyorum. Bir “tık” sesi geliyor yalnızca. Belki de yangının çıtırtısından anca o kadarını duyuyorum ben. Uykusunu daimi kılmış oluyorum böylece. Ne sıcak, ne duman, ne de alevler canını yakamayacak artık. Kesin.
Öksürmeye başlıyorum. İşi duman kaptı anlaşılan. Kötünün iyisi. Canlı canlı yanmaktan iyidir. Sesler iyice arttı. Çatırtılara, başka bir ses eşlik ediyor şimdi. Su sesi gibi?!
Ne alaka?!
Ve arkasından daha kötüsü geliyor. Olabileceklerin en kötüsü!
KİMSE VAR MI?
İtfaiye eri.
KİMSE VAR MI?
Olamaz. Bu olamaz!
ORDA KİMSE VAR MI?
Yanıt veremiyorum. Karım kucağımda. Uyuyor…gibi.
KİMSE VAR MI?
Sesim çıkmıyor. İçimde kabaran bir şey…
KİMSE VAR MI?
Midemdeki volkan patlıyor. Püsküren lavlar içim kavurarak yükseliyor. Lav yerine çığlıklar boşanıyor ağzımdan.
KİMSE VAR MI?
Artık ben de bilmiyorum bu sorunun yanıtını. Var mı?
KİMSE VAR MI?
Var. Ben varım. Yaşamak istiyorum. Bağırıyorum.
BURDAYIM! İMDAT! YARDIM EDİN, LÜTFEN! KARIM YARALANDI! BEN BURDAYIM! BENİ KURTARIN!