Oldukça büyük bir sirk bizimki. Aslanlarımız, kaplanlarımız hatta fillerimiz bile var. Ama ben en çok maymunları, özellikle de Gino’yu seviyorum. Maymunların içinde en yaşlısı, ama en akıllı ve en sevimlisidir Gino. Ve benim en iyi arkadaşım. O da çok sever beni. Bütün gün benimle birlikte olmak ister. Neyse ki genç maymunlar kadar eğitime ihtiyacı olmadığı için, günün büyük bir kısmını benimle geçirebiliyor. Ama maymunların terbiyecisi Alfredo onu çağırdığında, ikiletmez ve hemen diğer maymunların arasına karışır, eğitime katılır. Alfredo genç maymunların örnek alması için Gino’yu zaman zaman eğitime sokmanın gerekli olduğunu söylüyor.
Alfredo insanlardan çok maymunlarla haşır neşir – bu benim en sevdiğim kelime – olmasından olacak, çok eğlenceli bir adamdır. Bazen beni güldürmek için öyle maymunluklar yapar ki, içimden ona da diğer maymunlara yaptığım gibi fındık fıstık atmak gelir. Elim hep çerezle dolu olan sol cebime gider ama sonra bunun onun kalbini kırabileceğinden korkar, kendimi tutarım. Haşır Neşir’i sirkin en yaşlısından, ahçıbaşı Guillermo’dan öğrendim. (O söylemiyor ama babam onun en az 90 yaşında olduğundan emin.) Kulağa çok hoş gelen bir söylenişi olduğu için her fırsatta, özellikle de bana çocuk muamelesi yapıldığında o kadar da küçük olmadığımı göstermek için kullanmaya çalışıyorum Haşır Neşir’i. Haşır neşir, haşır neşir, haşır neşir…
Babam sirkin trapezcisi. O, annem ve iki ağabeyimle birlikte seyircilere inanılmaz gösteriler sunarlar. Seyircilerin ağızları bir karış açık kalır her seferinde. O kadar çok seyrettim ben bile hala çok heyecanlanıyorum ailemi izlerken. Onların arasına katılacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum. Onlara yetişebilmek için çalışıyorum da. Belki daha 10 yaşındayım ama, yine de bir sürü numara biliyorum şimdiden. Ama “Kanatlı Carlucciler”den biri olabilmek için daha çok, ama çok çalışmam gerekiyor anne ve babama göre. Onlarla beraber yukarıya çıkamasam da bir Carlucci’yim evet ama, kanatsız bir Carlucci… İsabella Carlucci!
Küçük ağabeyimden özellikle söz etmek istiyorum. Sirkteki, hatta gösteri yapmaya gittiğimiz her kasabadaki kadınların, evli olsun olmasın, hayran olduğu yakışıklı Tony’den… Bütün kadınlar kendilerini onun kollarına atmak için birbirleriyle yarışırlar. Bu aşırı ilgi yalnızca yakışıklılığı ile açıklanamazmış. Büyük ağbime göre onda şeytan tüyü var. Sözde bu tüy kadınların gözünü kör ediyor ve (Tanrı beni affetsin!) Tony’nin beş para etmez karakterini görmelerini engelliyormuş. “Tanrı bilir onun yerine ne görüyorlar,” diyor büyük ağabeyim. Nedeni ne olursa olsun, mıknatıs gibi çekiyor kadınları kendine. Bir keresinde neredeyse canımızdan oluyorduk onun yüzünden. Gösteri yaptığımız kasabanın en nüfuzlu, en zengin adamının karısıyla “aşna vişne” yapmış bizimki (bunu da olaydan sonra ona bağırıp çağıran babamın ağzından duymuştum.) Kadının kocası baştan aşağı silahlı adamlarla sirki bastı. Onlara Tony’yi teslim etmezsek hepimizi öldüreceklerini söylüyorlardı. Neyse ki sirkin müdürü Bay Tabucci yalvara yakara, ağlaya sızlaya Tony’nin sirkte olmadığına, korkup kaçtığına dair yeminler edip eli silahlı adamları ikna etti de kurtulduk. Sirkin müdürünün yalan yere nasıl böyle yeminler edebildiğini ve olayın üstünden bunca zaman geçmesine rağmen neden bir yıldırım ya da başka bir felaketle cezalandırılmadığını hâlâ merak ediyorum. Herhalde ağabeyimin hayatını kurtarmak için yaptığı için Tanrı onu bir kereliğine affetti. (Bu biraz benim kafamı karıştıran bir konu işte. İnsan zor durumda kaldığında ya da sevdiklerini kurtarmak için günah kabul edilen şeyleri yaptıklarında günah işlemiş sayılmıyor olabilirler mi acaba?)
Tony’yi aramaya cesaret edemezler diye aslanların kafesine saklamıştık. Aslanlar küçük oğluna bir şey yapacak diye pipiriklenen anneme öfkeyle şöyle demişti babam: “Nerde bizde o şans!” Ama Alfredo anneme, “Meraklanmayın Bayan Carlucci hiçbir şey olmaz onu dişilerin arasına koyduk!” deyince basmıştı kahkahayı.
Sirkteki pek çok insanın adı geçince “ne iyi insan” dediği büyük ağabeyim Matteo’nun ise kadınlardan yana hiç şansı yok nedense. Bana göre yakışıklılıkta Tony’nin hiç de gerisinde kalmaz üstelik. Yine de yaşı otuza gelmesine rağmen hala bekar. Ahçıbaşı Guillermo kadınlar “anasının gözüdür” der hep. Ama kadınların Matteo’nun değil de, küçük ağabeyimin peşinde koşmaları kadınların pek de o kadar zeki olmadıklarını düşündürüyor bana. Bu düşünce beni epey üzüyor, çünkü gelecekte ben de bir kadın olacağım. Oysa ben de ağabeylerim ya da babam gibi erkek olmayı isterdim.
Babam iflah olmaz bir Burt Lancaster hayranıdır. Onun filmlerinin hepsini seyrettiğini göğsünü gere gere söyler hep. Burt Lancaster’ın da kendisi gibi bir trapezci olduğunu ekler ve onu nasıl keşfettiklerini, bir yıldız yaptıklarını uzun uzun anlatır. O, atletik yapısıyla akrobatik hareketleri dublör kullanmadan yapar, en zor rollerin bile rahatlıkla üstesinden gelirmiş. Bir bakıyormuşsun korsan oluyormuş, bir bakıyormuşsun kovboy. Tüm bunları başarmasında damarlarında İtalyan kanı taşıyor olmasının da elbette büyük rolü vardı babama sorarsınız. Babamın hayali de hep büyük bir film yıldızı olabilmekti bence, aynı hayran olduğu Burt Lancaster gibi.
Üstünden çok vakit geçmedi. Sirki kurduğumuz kasabalardan birindeki derme çatma sinemada Burt Lancaster’in son filmi “İnsanlar Yaşadıkça”nın oynadığını öğrenince babam annemle beni alıp sinemaya götürmüştü. Filmin sonunda öyle bir ağlama tuttu ki beni, sirke dönene kadar susmadım. Babam çaktırmamaya çalışıyordu ama o da ağlamıştı. Filmin sonunda hıçkırır gibi sarsılmasından ve filmden sonra yüzüme hiç bakmayıp konuşmamasından anlamıştım bunu. Anladığımı ona sezdirmedim. Frank Sinatra’yı Burt Lancaster’dan daha yakışıklı bulduğumu ve sanırım ona ilk görüşte âşık olduğumu da sezdirmedim tabii. Bu sırrımı yalnızca sirkin palyaçosu Bruno’ya açmıştım.
Zavalllı Bruno. O artık yok! Kendimi bildim bileli tanırdım Bruno’yu. Gino’dan sonra en iyi dostumdu. Daima palyaço makjajıyla dolaşırdı. Makyajsız yüzünü ben dahil, sirkte hiç kimse görmemişti. Bu beni hiç rahatsız etmiyordu. O kadar kanıksamıştım onun hep gülen ama hep biraz da hüzün taşıyan palyaço yüzünü, gerçek yüzü değilmiş gibi gelmezdi bana hiç. Onu bu haliyle seviyordum. Ama sanırım sirkteki herkes benim gibi düşünmüyordu.
Bir gün Sergio ve Paolo’nun konuştuklarına istemeden kulak misafiri olmuştum. Her zamanki gibi sarhoştular. Temizlik ve yükleme işi yaptıklarından akşamları pek işleri olmazdı. Onlar da bu boş vakitlerini hep içerek geçirirlerdi. Kimse pek sevmezdi onları. Bay Tabucci sırf daha az paraya çalışacak birilerini bulamayacağı için göz yumardı onlara.
“O herifin çok çirkin bir suratı olmalı,” diyordu Sergio.
Paolo da, “Haklısın, yoksa her dakika o komik makyajla dolaşmazdı herhalde” diyerek tasdik etti Sergio’nun söylediklerini.
“Çok merak ediyorum. Acaba bir ayı gibi kıllarla mı kaplı suratı,” deyip kahkahalarla gülmeye başladı Sergio.
Paolo da hemen, “Belki kocaman irinli sivilcelerle kaplıdır,” deyip patlattı kahkahayı.
Birkaç dakika katıla katıla güldükten sonra bir şeyler fısıldaştılar. İstemeden kulak misafiri olsam da, ilgimi çekmişti, merak etmiştim bu konuşmaların nereye varacağını. “Kıl kaplı, sivilceli bir surat!” Garip, bu benim aklıma hiç gelmemişti.
Fısıldaşmaları sona erdiğinde Bruno’nun karavanına doğru yürüdüler. Onları uzaktan uzaktan takip ettim. Önce pencerelerden karavanın içini görmeye çalıştılar. Bunu beceremeyince, aralarında yine bir şeyler konuştular. Birkaç saniye içinde kapıyı çalıyorlardı. Kabaydılar, adeta yumrukluyorlardı kapıyı. Çok geçmeden Bruno belirdi kapıda. Üstünde pijamaları vardı. Ya yatıyor, ya da yatmaya hazırlanıyordu. Bu duruma uygun düşmeyen tek tarafı hala bir palyaço makyajı taşıyan yüzüydü. Yatarken de mi çıkarmıyordu o maskeyi? İlk kez benim içimde de bir merak uyanmıştı.
Bruno’ya bir şeyler söylediler. Bruno da suratına boyayla yapıştırılmış o her zaman ki ifadesiyle onlara yanıt verdi. Adamlar üsteledi. Bruno söylenerek kapıyı yüzlerine kapatmaya yeltendi. İki kafadardan iri olanı Sergio eliyle kapının kapanmasını engelledi. İşte o anda Bruno, hala gülümsüyor olmasına rağmen, Sergio’nun burnuna öyle bir yumruk patlattı ki, bizimki iki seksen uzandığı yerde kıvranmaya başladı. Paolo hemen Sergio’nun yanına eğildi. Bunu Sergio’yu merak ettiğinden değil de, Bruno’nun yumruk menzilinden çıkmak için yaptı gibi gelmişti bana. Paolo oldukça ufak tefek sayılırdı Sergio’ya göre. Bu yüzden horozlanma işi genellikle irikıyım Sergio’ya düşer, Paolo da, arkasından çıkmadan Sergio’nun söylediklerine destek verir, onu cesaretlendirirdi. Babam ikisinin birbirlerini tamamladıklarını söylerdi hep. Zorba ile soytarı derdi. Onlardan uzak durmamı öğütlemeyi de ihmal etmezdi.
Sergio yerde biraz kıvrandıktan sonra kapıda dikilen Bruno’ya öyle bir küfür savurdu ki, imkanı yok size burda söyleyemem. Babam günah olsa da herkesin, özellikle de erkeklerin küfürlü konuşabileceğini ama küfürün bir bayanın ağzına hiç mi hiç yakışmadığını söyler hep. “Aptal”, “salak” hatta “adi”, “pislik”, “hıyar”ı ise küfürden saymaz, sık sık kullanır. Ama annem bu kelimeler her sarfedildiğinde duyduğu rahatsızlığı belli eder. Böyle anlarda annemim ona ters ters bakmasına mahçup bir tavırla karşılık verir babam.
Bruno küfürü hiç duymamış gibi içeri girip kapıyı kapattı. Paolo, hâlâ söylenen Sergio’nun yerden kalkmasına yardım etti. Karavanın yanından uzaklaşırken öyle yakınımdan geçtiler ki beni fark edecekler diye çok korkmuştum.
Sergio devamlı, “Canına okuyacağım onun! Bastardo!” diyip duruyordu. Onun Bruno’ya ne kadar kızgın olduğunu daha iyi anlayabilmeniz için açıkça söylüyorum bu küfürü. Tanrı beni hoş görür umarım!
Ertesi günü Bruno ortalıkta gözükmedi. Gösteriye kadar karavanından çıkmamıştı sanırım. Öğlen yemeğinde akşam gördüklerimi babama anlatmayı düşünüyordum. Ama babamla, Tony sofrada laf dalaşına girip ortamı gerginleştirince bu plânımdam vazgeçtim. Hem konuşulanları gizli gizli dinlediğimi öğrenince babam bana kızabilirdi. O zaman bu konuyu açmamak en doğrusu gibi gelmişti bana.
Bu olaydan sonraki birkaç gün hayli sıradan, hatta gösteri olmadığı için biraz da sıkıcıydı. Bir yandan Gino’yla oynuyor, bir yandan da iyi bir trapezci olabilmek için günlük egzersizlerime aralıksız devam ediyordum. Gino’nun trapezde benden daha iyi olduğunu kabul etmeliyim. Doğası gereği mükemmel bir trapezciydi. Onun bu yönünü kıskanmıyordum desem yalan olur. Bir keresinde beceremediğim figür sonrası babam bana, “Gino’dan biraz ders almalısın,” diye takıldığında çok utanmış, çok kızmıştım. O hırsla hareketi yine, ama bu kez mükemmel olarak yaptığımda ise, “Aferin, İsabella,” diyerek başımı okşamıştı. Gururla, “Baba. Bir gün ben de kanatlanacağım değil mi?” diye sordum.
Babam güldü, “Meleğim,” dedi. “Kanatsız melek olur mu?”
Bir antrenman sonrası Bruno’yla karşılaştım nihayet. O geceden sonra Bruno’yu ilk görüşümdü bu.
“Nerelerdesin, koca Bruno?” diye sordum, irilikte Sergio’dan aşağı kalmazdı.
“İsabella, sevgilim.” Hep böyle seslenirdi bana. “Biraz soğuk almışım da, pek dışarıya çıkamadım birkaç gündür. Dışarı çıkmamaktan hiç de şikayetçi değilim, inan bir tek senin güzel sohbetini özledim tecrit günlerinde.”
Bruno çok güzel konuşurdu. Bazen ne dediğini anlamasam da çok severdim onu dinlemeyi. Güzel bir müzik dinliyor gibi olurdunuz o konuşurken. Onun gibi bilgilisi, kültürlüsü de yoktu sirkte. Ne sorarsam sorayım mutlaka bir yanıt verirdi bana. Zaten sirkte yüzlerce kitabı olan bir tek o vardı. O kitaplardan ben de çok şeyler öğrendim. Tarih, coğrafya, ingilizce’de çok iyi olmamı Bruno’ya ve kitaplarına borçluyum. Bana dünyayı, hatta hayatı tanıtmak için elinden geleni yapıyordu sevgili dostum. Okuma yazmayı annemden, matematiği ise hesabı pek okumamış olmasına rağmen çok kuvvetli olan ağabeyim Matteo’dan öğrendim. Devamlı gezdiğimiz için okula gitme şansım yok ne yazık ki.
Her an bir şey öğrenebilirdiniz Bruno’dan. Örneğin yıldızlara bakarken Kuzey Yıldızı’nı. Küçük Ayı, Büyük Ayı takım yıldızlarını gösterirdi size. Birgün ona, “Bruno, bu kadar çok şeyi nasıl öğrendin? Nasıl bir okula gittin sen?”
Güldü. “Hiç okula gitmedim ben. Benim gibi babam da, dedem de hiç okula gitmemişler. Ne öğrendiysek kitaplardan, kitaptan farksız büyüklerimizden öğrenmişiz. Tıpkı senin gibi.”
Okula giden çocukları düşündürmüştü Bruno’nun yanıtı bana. Belki ben de onlar kadar bilgiliydim ama bir sürü arkadaşı da oluyordu okula gidenlerin. Benimse bir maymun, bir palyaçodan başka dostum yoktu.
“Hiç sirki bırakmayı düşündün mü Bruno? Diğer normal insanlar gibi yaşamayı…” diye sordum ona.
“Sirki bırakmak mı? Burası benim yuvam, işim benim kaderim. Yüz küsur yıllık bir aile geleneğini devam ettiriyorum,” dedi biraz bağırırcasına.
“Yüz yıllık mı?”
“Ne sandın sevgilim?” Benim büyük büyük babam da palyaçoydu,” derken deminki anlık heyacanı gitmiş, sakinleşmişti.
Yüzüne dik dik baktım. Bruno’nun benimle dalga geçip geçmediğini anlamak için bir ipucu bulmaya çalıştım yararsızca. Ama Bruno’nun yüz ifadesi değişmezdi ki hiç. Her zaman ki gibi ağzı kulaklarındaydı işte. Konuyu değiştirdim.
“Sanırım benim yuvam da burası. Başka yerde ben de yapamam.”
“İsabella, sevgilim. Sen nerede ne istersen yaparsın,” dedikten sonra bir şarkı söylemeye başladı Bruno.
Küçük bir kız yaşarmış
Koca bir köyde
Köyden çıkmaya korkarmış
Bilmediği, görmediği yerlere gitmeye.
Küçük kız bir gün büyümüş
Kanatlı bir melek olmuş
Köyünden uçmuş gitmiş uzaklara
Bir daha da dönmemiş geriye.
Dilden dile dolaşan hikayesi
Hem üzmüş, hem de sevindirmiş dinleyenleri
Daha şarkısı bitmeden ayağa kalkan Bruno, ıslık çala çala yanımdan yavaşça uzaklaştı. Ben biraz daha orada kalıp yıldızları seyrettim. Şarkıdaki küçük kızı düşündüm. Mutlu olmuş muydu acaba. Geri dönmediğine göre olmuştu diye kestirip atıyordum ki, aklıma istemesine rağmen geriye dönmeyi başaramamış olabileceği geldi. Yine kafamı karıştırmıştı Bruno.
Bruno’yu son görüşüm olmuştu bu. Son konuşmam, son kafamı karıştırması olmuştu. Bir daha asla bir şey öğretemeyecekti bana. O akşam gösteri bittikten sonra Sergio ve Paolo bir köşede kıstırmışlar Bruno’yu. Kafasına vurmuşlar. Öldürmüşler onu.
Cesedi Bay Tabucci bulmuş. Hemen polislere haber vermiş. Polis sirktekileri sorguya çekerken Paolo’yu biraz sıkıştırmış. İyice korkmuş durumda olan Paolo, bütün olanları bir bir anlatmış. Kendisinin bu işe karışmadığına yemin edip durmuş. Bruno’nun kafasına vuranın Sergio olduğunu, kendisinin sadece orada durup olan biteni seyrettiğini söylemiş. Bruno’yu kanlar içinde görünce yüzünü görmeyi falan unutup arkalarına bakmadan kaçmışlar oradan. Gerçekten doğru söylüyor olacak ki ufak bir ceza aldı mahkemeden Paolo. Sergio ise hâlâ hapiste, hayatının sonuna kadar kalacak orada herhalde.
Polisler Paolo’nun itirafının ardından sarhoş Sergio’yu yaka paça götürürken hâlâ, (Tanrı onu affetsin!) “Canı cehenneme!” diye bağrıyormuş. “Bir kere gösterse yüzünü böyle olmazdı. Ne vardı inat edecek. Bana karşı gelmek neymiş öğrendi ama! Dersini aldı işte. Sergio’yla kimse aşık atamaz. Canı cehenneme o palyaçonun!” Babam aynen böyle anlattı bana olanları.
Bruno artık yok. Onun hep gülen yüzü, hüzünlü gözleri artık yok. O boyaların altında ne var diye hiç merak etmemiştim. Bilmeden en doğrusunu yapmış olduğumu Bruno’nun ölümü ülkenin bütün gazetelerine geçtiğinde öğrendim. Basit bir palyaçonun öldürülmesi gazetelerin ilgisini başta hiç çekmemişti. Esas, olay sonrası hastahanede olan bitenler koparmıştı gürültüyü.
Görevliler her yolu denemişler ama Bruno’nun makyajını silmeyi bir türlü başaramamışlar. Takma diye bildiğimiz o palyaço burnu, kirpikleri yerinden bile kıpırdatamamışlar. Ayağına on numara büyükmüş gibi duran ayakkabıların aslında tam da Bruno’nun ayaklarına göre olduğunu görünce ise küçük dillerini yutmuşlar.
Ne Bruno, ne de Bruno’nun atalarının hiç maske takmamış olduklarını o zaman anladım. Ve illa ki de meleklerin bir çift kanat taşıması gerekmediğini; yusyuvarlak kırmızı bir burnun, kocaman ayakkabıların, kocaman bir gülücük taşıyan rengarenk bir yüzün kanatların yerini tutabileceğini…