Gecenin içinden geldi yaratıklar
Alıp seni, götürdüler beraberlerinde
Ertesi gece,
Sen de bir gece yaratığıydın artık
Gecenin içinden çıkıp gelen
-Kitab-ı Sır’dan-
Güzel gözlerine yazık ediyorsun böyle ağlamakla. Dinmek bilmedi gözyaşların. Oysa daha çok gençsin. Eh, güzel de sayılırsın, hayata küsmenin bir anlamı yok.
Ne o! İntiharı mı düşünüyorsun. Hadi, sil kafandan bu düşünceleri. Sevgilinin kaybolmasında senin hiçbir suçun yok; sen onu çok seviyordun. Sen değil miydin, yaş günü hediyesi diye bütün paranı o acayip postere veren? Sırf onu mutlu etmek için, tüylerinin, daha ilk görüşte diken diken olmasına neden olan o iğrenç yaratığın resmini hediye olarak seçen?
Resim eline geçer geçmez, sevgilinin onu evinin en göz önü olan yerine yapıştıracağını gayet iyi biliyordun. Yine de aldın o resmi.
Haftalar önce resmi ilk gördüğünde sevgilinin gözlerinin nasıl parladığını, sonra fiyatını öğrendiğindeyse nasıl hayal kırıklığına uğradığını çok iyi hatırlıyordun çünkü. Parasızlık işte, insan her istediğini alamıyor bazen. Sevgilin, o günden sonra bu hiç de ucuz olmayan resmi unuttu; ama sen unutmadın. Para biriktirmeye başladın. Hesap etmiştin, yaş gününe kadar tamamlayacaktın parayı.
Büyük gün geldiğinde mağazaya koşturdun hemen, içinde, acaba satılmış mıdır korkusu vardı. Vardığında…
Satılmamıştı, orada duruyordu işte. Bir an bunun şans mı, şanssızlık mı olduğuna karar veremedin. Çünkü mağazanın vitrin camının dörtte birini kaplayan posterdeki yaratık, eskisinden de iğrenç görünüyordu sana. Hangi hasta hayal gücü yaratabilir bu yaratığı diye sordun kendi kendine. Sonra sevgilinin bu tür resimlere olan düşkünlüğünün nedeni ne olabilir, diye merak ettin. Düşündün. Aklına mantıklı, seni rahatlatabilecek bir neden gelmedi. Biraz daha zorlasan belki bir şeyler bulabilirdin. Ama bulacağın şeylerin, senin bilmek isteyeceğin türden şeyler olup olmayacağından emin değildin. Düşünmeyi bıraktın.
Sevgilinin evini gözünün önüne getirmeye çalıştın. Bütün duvarlar buna benzer yaratık resimleriyle doluydu. Belki de bu yüzden, tek başına kalmaktan çok korkuyordun o evde. Çocukca bir korkuydu, ama çoğu korku öyle değil midir zaten?
Resme bir kez daha baktın, sanki o da geri bakıyormuş gibi geldi sana. Bu, sevgilinin evinin duvarlarındaki posterlerdeki yaratıkların tümünden daha çirkin, daha korkutucu ve daha tiksindiriciydi. Ağzında aralıklarla çıkmış yedi sekiz dişin hepsi yeni bileylenmiş bıçak gibi keskin ve sivriydi. Bir canlıyı parçalayabilmek için çok elverişli olan bu dişlerin bulunduğu, kör bir kuyuyu andıran ağzından yapışkan ve kaygan olduğu belli olan salyalar akıyordu. Mükemmel bir ayrıntıcılıkla çizilen, bu biraz beyaz, biraz sarı, balgamsı salyaların görüntüsü bile, midesi zayıf birinin kusmasına yol açabilirdi.
Ya sana bir av gibi bakan o alev kızılı gözlere ne demeli? Bir köpekbalığınki kadar donuk olan gözlerinde insani bir şeyler bulabilmek imkansızdı; gözbebekleri yuvarlak değil, ortasına doğru hafifçe genişleyen bir çizgiydi. Bu kara çizgiler gözlerinin içinde yanan kızıllığı ortadan ikiye bölüyorlardı. Ama resmi asıl çarpıcı yapan asıl yaratığın gerçek boyutlarında çizilmiş olmasıydı. Derisi, ikinci dereceden yanık bir insan derisinin rengine sahip, bu atletik yapılı yaratık, karanlık, uğursuz bir hiçlikten çıkarken resmedilmişti. Evin duvarında, sanki duvarda gerçekten bilinmeyen; insanların gözleri, kalpleri ve beyinleri için çok karanlık olan dünyalardan bizim dünyamıza açılmış bir geçit gibi duracağı, ve Allah için, bunun da insanı huzursuz edecek bir görüntü olacağı kesindi. Yine de mağazaya girdin.
Yaş günü partisinde, hediyesini verdiğinde, rulo şeklinde sarılmış posteri hemen açtı sevgilin. Resmi gördüğünde, sen de yine aynı ışıltıyı gördün gözlerinde. İkiniz de mutluydunuz. Parti boyunca resmi nereye yapıştıracağını düşündü durdu. Öyle bir yer ki, önü hiç kapanmayacak, her zaman gözünün önünde olacak bir yer. Ve sonunda buldu; yatağının tepesine, tavana yapıştıracaktı bu resmi.
Yaş gününden birkaç gün sonra, bir sabah erkenden sevgiline gittin. Anahtarın vardı, ama bahaneyle uyansın istiyordun. Kapıyı çaldın…
Çaldın…
Çaldın…
Uykusu çok ağır değildi. Bu kadar sese uyanması gerekirdi. Meraklandın. Evde olması gerekiyordu. Bu saatte bir yere gitmezdi. Evham yapmaya başladın. Acaba bir şey mi olmuştu? Gaz kaçağı, bir hastalık, ya da ne bileyim, herhangi kötü bir şey işte.
Aceleyle çantanı karıştırıp, anahtarını bulmaya çalıştın.
NERDE BU ANAHTAR!
Zaten ne zaman buldun ki aradığını şu çantanın içinde. Sevgilin hep dalga geçerdi; “seninki çanta değil karadelik sanki”.
Tarak, ruj, cüzdan, bozuk paralar, fişler. Ne ararsan var çantanın içinde, bilmem ne bohçası mübarek! Bak bir haftadır aradığın yüzük de orada.
TAMAM!
Buldun işte! Ama şimdi de ellerin titriyor, anahtar deliğini tutturamıyorsun.
ÇABUK AÇ ŞU KAPIYI!
Her şeyi panik yaparsın, sonra da elin ayağına karışır. Hadi, hadi, sok şu anahtarı!
OLDU!
Anahtarı soktun, çevirdin, kapı açıldı. İçeri girdin. Sesleniyorsun. Cevap yok. Bir daha sesleniyorsun, bu kez daha yüksek sesle.
CEVAP YOK!
Yatağa bakıyorsun;
BOŞ!
Belki banyo yapıyordur, belki de her zamanki şakalarından birini. Bu düşünce seni biraz rahatlatıyor. Ama çok değil. Banyoya gidiyorsun, bakıyorsun;
YOK!
Çevreye bakınıyorsun, bir not bırakmış mı diye.
YOK!
O günün üstünden tam on beş gün geçti ama sevgilinden hala haber yok. Herkes merak içinde; ailesi, arkadaşları… Ne bir düşmanı vardı, ne de başını belaya sokacak bir alışkanlığı… Kimse aklına kötü bir şeyler getirmiyor bu yüzden, onun yakında geri döneceğine inanıyorlar. Ama sen onlar kadar iyimser değilsin, çünkü onların görmediği bir şey gördün o gün sen. Sevgilinin yastığında…
O iğrenç resmin tam altında…
Birkaç damla sıvı…
Biraz beyaz, biraz sarı, balgamsı birkaç damla sıvı…