Dünyada ve bizde daha çok, Pazartesi Sabahı (Lundi Matin, 2002) filmiyle tanınan Otar Iosseliani son filmi İşe Yaramaz (Chantrapas, 2010) filminin galası dolayısıyla 1. Malatya Uluslararası Film Festivali’ne konuktu. Gürcü asıllı Fransız yönetmen Iosseliani, çiçeği burnunda festivalin ilk “Yaşam Boyu Başarı Ödülü”nün sahibi olurken, çok sayıda yerli ve yabancı gazetecinin hazır bulunduğu basın toplantısında sinemadan politikaya uzanan güzel bir sohbet gerçekleştirdi.
İşe Yaramaz filminde ‘sürgün aydın’ konusuna değindiğinden bahseden Iosseliani, hikayeyi çok sevdiği Nazım Hikmet, Charlie Chaplin ve Tarkovski gibi kendini gerçekleştirmek için sürgünü göze alan isimlerden yola çıkarak oluşturduğunu söyledi. Bunun, bir aydın değirmeni olan ülkemizde ve tam da Ahmet Kaya’nın 10. ölüm yıldönümünü yaşadığımız günlere rastlaması ise hayli manidardı. Bununla ilintili olarak halk ile aydın arasında zaman zaman düşünsel farklılıklar olabileceğini, “Biz sanatçılar halkın düşüncesine her zaman yakın olmayabiliriz. Genelin sahip olduğu düşünce, genel kanı aslında en büyük sansürdür,” şeklinde özetledi.
Sovyet rerjiminin totalitarizmi altında sinema yapmanın zorluğunu, filmlerinin yasaklanmasını, senaryolarında yaptırılan değişiklikleri anlatan yönetmen, bütün bunlara rağmen halkın yani izleyicinin otosansürünün ideolojik sansürden daha baskın olduğuna şu cümlelerle dikkat çekti: “Totaliter rejime karşı olan bir film yapmak bir çılgınlıktır. Bu yüzden çoğu filmim yasaklandı, rafa kalktı. Hayır, kısalar dahil hepsi yasaklandı. Daha sonra gösterime girdiler, bu defa da insanlar tarafından sansür yapılmaya başlandı.” İzleyici sansürüne dair ilginç bir örnekleme de yaptı yönetmen: “Bakıyorsunuz ki filmlerin hepsi birbirine benziyor. Bu da bir alışkanlık olup, seyircide beklenti oluşturuyor. 007 James Bond’un sonu kötü bitse, James Bond kaybetse seyirci bunu asla kabul etmez. Seyirci filmin her zaman iyi sonla biteceğini bildiği için bu sefer film kötü bitse seyirci sansürleyebilir.”
Söyleşinin en önemli kısmı ise, dijital teknolojinin getirdikleri üzerineydi. Yönetmen, gelişim sayesinde film çekmenin kolaylığına değinen bir basın mensubuna, gümüş içeren bobinlerin 300 yıla yakın ömrü olduğunu belirtip, dijital görüntülerin ise bir düğmeyle yok olması ihtimalinin altını çizdi. Ayrıca, 95’te yayımlanan ünlü Jean Baudrillard makalesinin de özü olan, tekrarın tekrarı ve yaratıcılığın ölümü üzerine de sinema sanatını artık mühendislerle birlikte yapmak zorunda kaldıklarından yakındı. Dijitalin, işgücünü çoklu el emeğinin birlikteliğinden, tekil ve yoğun çalışmalara kaydırdığını ifade eden yönetmenin en dikkat çekici sözleri ise şunlardı: “Bu özgür bırakmıyor sizi, sürekli çalışmak zorundasın. Bu insana yapılabilecek en büyük sömürü!”
Son olarak demokrasi ve Fransa hakkında görüşlerini dile getiren yönetmen; “Demokrasiden nefret ediyorum. Demokrasi bir salaklar birliğidir. Ne yazık ki çoğunluktur demokrasi,” dediğinde ise aklımıza ister istemez Seren Yüce’nin Altın Portakal’lı Çoğunluk’u geldi. “Demokrat Fransa’da olmaktan ne hissediyorsunuz?” sorusu üzerine “Fransa ve Demokrasi mi? Polis rejimidir Fransa,” cevabını veren yönetmen, bizleri ‘acaba Türkiye’deki rejim nedir’ diye derin düşüncelere gark ettirerek basın toplantısını sonlandırdı.