İlk bölümünü geçtiğimiz günlerde yayınladığımız özel dosyanın ikinci ve son bölümüyle karşınızdayız
60’ların daha ilk adımında, önceki onyılın memnuniyetsiz kuşağının isyana evrilmesine az bir zaman kala, Oscar’ın geleneksel ruhuyla tezat oluşturan The Apartment / Garsonyer, içerdiği vahşi kapitalizm eleştirisiyle hak ettiği ödüle uzanıyordu. Hemen sonra gündeme gelen Robert Wise’ın West Side Story / Batı Yakasının Hikayesi, sıradan bir müzikal olmanın ötesine geçerek, gençlik sorunları ve Yeni Dünya’daki göçmen algısını yansıtmaya çalışıyordu. Yine de umutlanmak için erkendi.
Tuncer Çetinkaya
Bernard Shaw’ın Pygmalion adlı oyununun yeni uyarlaması anlamı taşıyan My Fair Lady’nin, Kubrick klasiği Dr. Strangelove’u gölgede bırakması, 1964 Oscar’ları hakkında derin şüphelerin oluşmasına yol açacaktı. Üç yıl sonra, Norman Jewison’un, tek özgün tarafı ana karakterlerden birinin siyahî bir oyuncu olması olan In the Heat of the Night / Gecenin Sıcağında adlı filmi, sistem ve ödül işbirliğini somutlaştırması bakımından önem taşıyordu. Oyunu beyazların kurallarına göre oynayan Sidney Poitier’nin Virgil Tibbs karakteri ile akılda kalan bu film, her ne kadar liberal bir bakış açısına sahip olup, Martin Luther King’in öldürülmesinin hemen ardından gösterime girse de devre dışı bıraktığı filmler kadar önem arzetmiyordu. Arthur Penn’in ana akım sinemanın geleceğine yön veren Bonnie ve Clyde’ının yanı sıra, Mike Nichols’ün The Graduate / Aşk Mevsimi de 1967 Oscar’larında ödüle değer bulunmamıştı.
Değişime direnmeye kararlı görünen Akademi, sinema tarihinin en başarılı bilim-kurgu filmlerinden olan 2001’i es geçmiş, Polanski imzalı Rosemary’s Baby’i dikkate almamış, Blake Edwards–Peter Sellers işbirliğinin en parlak örneği olan ve ikinci Sunset Boulevard vakası gibi duran The Party’i ise adaylığa dahi uygun görmemişti. Kazanan, Charles Dickens’ın klasik eserinden uyarlanan bir müzikaldi: Oliver!
1969 ise Oscar Tarihi’nin en anlamlı değerlendirmelerinden birinin gerçekleşmesi adına önem taşımaktaydı. 60’ların ortalarından itibaren ciddi biçimde kabuk değiştiren Hollywood; aykırı insan öykülerini muhalif bir tavırla ele alırken, bu atılımın doruk noktalarından bir kaçı bu yıla rastlayacaktı: Peckinpah’ın bir süredir etrafında gezindiği temaları belli bir bütünlük içinde sunma olanağı bulduğu westerni The Wild Bunch / Vahşi Belde adaylar arasında yer alıyordu. Türde bir dönemin sonunu işaret eden bu yapımın yanı sıra, Easy Rider gibi 68 kuşağının manifesto filmlerinden biri, Bunalım Dönemi ve bir rüya eleştirisi olarak nitelendirilebilecek Sydney Pollack’ın They Shoot Horses, Don’t They / Atları da Vururlar, toplamın önemli parçalarıydı. Oscar’ın sahibi ise adeta dönemin isyancı ruhunun kısa bir süre sonra karanlığa gömüleceğini işaret eden Midnight Cowboy / Geceyarısı Kovboyu oldu. James Leo Herlihy’nin romanından uyarlanan eser, parlak cilasının ardında korkunç bir sefalet gizleyen New üzerine gerçek bir başyapıttı. İki usta oyuncunun (Dustin Hoffmann & Jon Voight) görkemli yorumları, doğaçlama diyaloglar, çürümeye yüz tutan kentin ‘arka’ sokakları ve Andy Warhol ile Paul Morrisey gibi aykırı figürleriyle film, 60’lar sinemasının özeti ve en önemli olaylarından biri anlamına geliyordu. (Akademi’nin X-Rated bir filmi cesur bir kararla ödüllendirmesinin ardında, Gregory Peck’le birlikte yaşanan değişimin bulunduğunun altını çizelim.)
Sonun Başlangıcı
Five Easy Pieces / Beş Kolay Parça ve M.A.S.H gibi önceki dönemin izlerini takip eden filmler bir yana, 70’li yıllar biyografik bir filmle yola çıktı: Patton. Filmin yarı militarist söylemi, usta oyuncu George C. Scott’ın varlığı ile bir parça törpülense de, 1971 adayları bu yönelimin bir tesadüf olmadığını kanıtlayacaktı. Başına buyruk, adaleti sağlama bahanesiyle kişisel yöntemlere başvuran faşizan polislerin temsilcisi The French Connection / Kanunun Kuvveti, Dirty Harry’le birlikte bu dönemin simge filmlerinden oldu. Akademi ise iki yıl önceki radikal kararından dolayı özür dilercesine, bu eğilimlerin anti tezini sunan A Clockwork Orange / Otomatik Portakal’ı göz ardı edecek, paranoya dalgasının habercilerinden Klute’u ya da Altman’ın eski bir kiliseyi geneleve dönüştürmeye çalışan kahramanları McCabe and Mrs. Miller’ı yok sayacaktı. “Yaramazlık, bir yere kadardı!”
Aslında bütün bu olup bitenler, Kennedy’nin iktidara gelmesinin hemen ardından; Füze Krizi, Domuzlar Körfezi Çıkarması, Siyah Hareketi, Vietnam, Latinlerin Başkaldırısı, Suikastlar ve 68 Çığlıkları başlıklarıyla irdelenebilecek bir sürecin sonunda, sistemin kendini onarmaya başladığının somut göstergeleriydi. Biraz da bu yüzden, 70’ler, önceki onyılın başkaldırı hareketleri ile gelecek dönemin yeni sağ politikaları arasında bir çarpışma alanını oluşturacak, bundan en fazla etkilenen ise yedinci sanat olacaktı.
İki Godfather’ın (mafya ve meşruiyet ilişkisi göz ardı edilmeden) başarısı bir kenara bırakıldığında, 70’li yılların Oscar’a uzanan yapımları, ibrenin muhafazakarlara doğru kaydığının işaretleri arasında sayılabilir. Rocky, her ne kadar göçmenlerin sorunlarına ve sisteme tutunabilme çabalarına değiniyor gibi görünse de, çalışanın sınıf atlamayı başarabileceği gibi sığ bir metne sahipti. Annie Hall – 1977, Woody Allen’ın zekâsını en iyi yansıtan yapımların başında yer alıyordu; ancak burada da orta sınıf aydınlanmacı bireyin temsiliyeti, sosyalleşmeyi sağlayamamış, ilişkilerinde başarısız ve tek dostu psikologu olan Alvy’e terk ediliyordu. Kramer vs. Kramer / Kramer, Kramer’e Karşı – 1979, tıpkı bir yıl sonra gösterime girecek olan liberal Robert Redford’un Ordinary People / Sıradan İnsanlar gibi özgür kadına esaslı bir darbe indiriyor, kutsal ailenin çatısını örme görevini erkeğe havale ediyordu.
Gerçek kırılma ise Vietnam merkezli iki film arasında yaşandı. Olguya farklı cephelerden bakan iki filmden Coming Home / Eve Dönüş’ün hümanizmi, Akademi’ye yeterli gelmemişti. Savaşa soğuk baktığını iddia etmesine karşın, satır aralarında Vietnamlılara ırkçı bir yaklaşım barındıran Cimino’nun The Deer Hunter / Avcı’sı, 78 Oscar’larında En İyi Film seçildi. Bir süreç sona ermiş, sistem kendini emin ellere teslim etmişti. Bu dönem, Ronald Reagan’ın ortaya çıkışıyla bambaşka bir hüviyete bürünecek; yayılmacı ABD politikalarının en büyük destekçisi yine Hollywood olacaktı.
80’ler: Yeni Sağ ile Kolkola
Rocky’nin muzaffer silueti akıldan çıkmadan, 81 yapımı Chariots of Fire / Ateş Arabaları ile çalışan ve başaran insanların arasına dönülmüştü. Böylesi bir ortamda Warren Beatty’nin John Reed uyarlaması Reds’inin En İyi Yönetmen Oscar’ı alması bile mucize sayılırdı. Bir yıl sonra bir başka İngiliz yapımı biyografik film olan Gandhi, Hollywood temsillerine uygun bir seremoninin ardından heykele uzanacak, onu 84 tarihli Amadeus takip edecekti. Sergio Leone’nin Once Upon a Time in America / Bir Zamanlar Amerika ile şansı hemen hiç yoktu; çünkü film, şiddeti doğuran etmenleri sıralarken arka sokaklardaki göçmenlerin yaşantısını göstermeyi ihmal etmiyordu.
1983’e gelindiğinde kutsal ailenin yeniden bir araya getirilişine tanık olan seyirci, muhafazakâr Terms of Endearment / Sevgi Sözcükleri’ne sığınacaktı. Bu filmin rakiplerinden olan Lawrence Kasdan imzalı The Big Chill / Yıllar Sonra, 60’ların aktivistlerini yeniden bir araya getirmeye çalışıyor; ama köprünün üstünden çok sular aktığı anlaşılıyordu. Ertesi yıl Pollack, kariyerindeki en sıradan çalışmalardan biriyle (Out of Africa) Oscar’a uzanacak; Orwell, Kafka ve Burgess göndermeleriyle hafızalara kazınan Terry Gilliam’ın fütüristik filmi Brazil, en çok da içerdiği sistem eleştirisiyle yarış dışına itilecekti.
Oliver Stone’un ilk kitlesel çıkışlarından olan Platoon / Müfreze – 1986, kısır geçen yılın öne çıkan yapımlarından olarak Akademi tarafından göz ardı edilemeyecek ve Vietnam karşıtı duruş Oscar’la taçlandırılır gibi görünecekti; oysa Kubrick’in Full Metal Jacket’i, sadece bir yıl sonra The Last Emperor / Son İmparator tercihi ile saf dışı bırakıldı. Film, özellikle ilk bölümüyle askerlerin savaşa hazırlanma ve birer makinaya dönüşme sürecini çok iyi anlatıyor, emperyalist ABD politikalarını mahkûm ediyordu.
80’ler Rain Man / Yağmur Adam – 1988 ve Driving Miss Daisy / Bayan Daisy’nin Şoförü ile noktalanacak, özellikle ikinci filmin Oscar’a uzanması ve Spike Lee’nin Do the Right Thing / Doğru Olanı Yap adlı filmini geride bırakması çokça tartışılacaktı. Bütün bu süreç içinde Soğuk Savaş rüzgârı dinmeye başlamış, SSCB’nin dağılmanın eşiğine gelmesi tek kutuplu bir dünyanın ayak seslerinin işitilmesine yol açmıştı. Başka bir deyişle, 70’lerin ikinci yarısından itibaren kuramsallaşan Yeni Sağ, bir yandan ana akım sinemaya hükmeder hale gelmiş, diğer yandan da ideolojik hâkimiyetini yerleştirmişti.
90’lardan Günümüze…
Dances with Wolves / Kurtlarla Dans, sessiz sinemanın ilk günlerinden bu yana potansiyel düşman ilan edilen ve bir kaç günah çıkarma eylemi sayılmazsa, kaderi (ve imajı) bir türlü değiştirilmeyen yerlilere itibarını iade ediyordu ama her şey için çok geç kalınmamış mıydı? (Bu noktada Marlon Brando’nun 1972 Oscar’larında ödülü yerli soykırımı nedeniyle reddetmesini ve bir Sioux kızını protestosunu kuvvetlendirmek amacıyla sahneye çıkarmasını hatırlatalım.)
80’lerde yenilenen ve iç içe geçen tür denemelerinin, süratli bir kurgu ile seyirciye nüfuz etme süreci, 90’lı yıllar adına da belirleyici olacaktı. Aksiyon ve gerilimi harmanlayan The Silence of Lamb / Kuzuların Sessizliği – 1991, westernin tabutuna son bir çivi çakan Eastwood’un Unforgiven / Affedilmeyen – 92, epik filmlere dair yeni bir moda yaratan Braveheart / Cesur Yürek – 1995, Fargo ve Trainspotting gibi yeniçağın iki büyük başyapıtıyla yarıştığı yıl, şaşırtıcı (ya da hiç de şaşırtıcı olmayan) bir biçimde ipi göğüsleyen klişelerle örülü melodram The English Patient / İngiliz Hasta – 1996, yine melodramı aksiyon ve gerilimle aynı potada eriterek tüm zamanların gişe ve Oscar şampiyonları arasına yerleşen Titanic – 1997 dönemin eğilimlerini ortaya koyuyordu. Ayrıca Akademi’nin, (Spielberg’ün muhafazakar bakışıyla ABD ordusunu aklamaya çabaladığı Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak’ını tercih ederek) Terence Malick’in savaşa dair insani yorumlarla dolu The Thin Red Line’a sırt çevirmesi, Büyük Ödül’ü anlamsız Shakespeare in Love / Aşık Shakespeare – 1998 adlı filme teslim etmesi, 90’ların hatırlanan kararlarından biri olarak ele alınabilir.
Benzer bir mantığa sahip olan 2000’ler, Gladiator gibi dijital olanakları bir kenara bırakırsak tür adına yeni bir şey söylemeyen bir filmle yolculuğuna başlamıştı. Ertesi yıl, Ron Howard’ın bir başka klişelerle dolu biyografik filmi A Beautiful Mind, adaylar arasında Memento gibi özellikle kurgu açısından önemli yenilikler barındıran bir filme tercih edilecekti. 2002’de ise müzikal bir film Chicago; The Pianist, Adaptation / Tersyüz, About Schmidt / Schmidt Hakkında gibi yapımların arasından sıyrılarak Oscar’a uzandı.
The Lord of the Rings / Yüzüklerin Efendisi serisini noktalayan film, popüler sinemada birden çok türün bileşkesi olarak, tohumlarının 80’lerde atıldığını düşündüğümüz sinemasal anlayışın ulaştığı noktayı vurguluyordu. Aynı yıl gösterime giren Mystic River / Gizemli Nehir, ABD’deki muhafazakâr eğilimlerin başlıca temsilcilerinden olduğu iddia edilen bir sinema adamının, Clint Eastwood’un filmografisindeki en nadide ürünlerden biriydi. Yönetmen, sadece bir yıl sonra, önceki çalışmasıyla kıyaslanamayacak oranda sığ bir anlatıma sahip olan melodramatik boks filmi Million Dollar Baby ile telafi Oscar’ına sahip olacaktı. 2006’da bir başka telafi Oscar’ı, Akademi’nin lanetli yönetmeni Scorsese’ye gidecek, sırası gelen Coen’ler ise 2007 yılında, tüm kariyerleri göz önünde bulundurulursa ortalamayı temsil eden bir proje olan No Country for Old Man / İhtiyarlara Yer Yok ile mutlu sona ulaşacaklardı.
2000’lerin En İyi Film Oscar’ına sahip olan yapımlar arasında en çok dikkat çekenlerden biri Paul Haggis imzalı Crash / Çarpışma -2005 oldu. Hakkındaki iddiaların muhtelif olduğu; ancak bir bütün olarak bakıldığında Bush politikalarının ulaştığı sonucu betimleyen 11 Eylül saldırılarının ardından, yoğunlaşan ırkçı bakışın izini süren yönetmen, daha önce Inarritu’da olgun örnekleriyle karşılaştığımız çoklu yaşamların kesişmesini başarıyla perdeye yansıtıyordu.
Danny Boyle, Slumdog Millionaire’de ödül dağıtıcıların çok hoşlandıkları oryantalist bakışı Hindistan atmosferine taşımıştı. The Hurt Locker’da ise (Oscarlı ilk kadın yönetmen olma onuruna erişen) Kathlyn Bigelow, muhafazakâr ve aklayıcı bir bakışla ABD Ordusu’nun müdahalelerini masaya yatırıyor; işin ilginç yanı, teknolojik olanakların ulaştığı noktayı ortaya koyan Avatar, içerdiği muhalif anlatıdan olsa gerek, yarışın dışına itiliyordu. Konuşmayı başararak (!) ulusuna önderlik etmeyi öğrenen kralın öyküsünün En İyi Film seçildiği 2011 Oscar’ları ise sektörün 83 yıllık tarihine ihanet etmediğinin en somut göstergelerindendi. (Ayrıca o yılın öne çıkan diğer adaylarına baktığımızda, çağımız gençliğine yeni ifade yolları açarak ‘voliyi vuran’ gencin serüvenlerinin, doğaya direnerek hayatta kalmayı başaran bir modern çağ kâşifine ya da olanaksız koşullarda dahi çalışıp çabalayarak Amerikan Rüyası’na dalabilen boksöre karıştığını pekâlâ görebiliriz.)
Tablo, hatırlayacağınız gibi, geçtiğimiz yıl gündeme gelen ve gerçekten de özgün bir proje olan Artist‘le tamamlanmıştı; ancak bir farkla: Sessiz sinemanın önemli figürlerinden John Gilbert’in yaşamından esinlenen ve ünlü bir oyuncunun yaşanan teknik gelişmeler sonucu yalnızlığa itilmesini konu edinen film, finalde rüyayı yaşanılır kılıyor ve gerçeklikle bağdaşmama pahasına bireye mutluluğun kapılarını aralıyordu. Fransız yönetmenden Amerikan usulü sinema! Her şey tam da Hollywood’a göre işliyordu sizin anlayacağınız!
Bölümü, yazının kaleme alındığı saatlerde yalnızca adayları belli olan 85. Oscar’a göz atarak noktalayalım. Ortadoğu’yu Amerikan adaletiyle tanıştıran (!) Argo ve Zero Dark Thirty, inananların zaferini tescilleyen Pi’nin Yaşamı, ortaya karışık spagetti ve siyah sömürü sineması (Zincirsiz) ve diğerleri…
2013’ten Sonuca Varmak
Güven tazelemek, sistemin gayret eden insanın yüzüne (hemen olmasa da!) bir gün, bir yerde mutlaka güleceği duygusunu pekiştirmek, ABD’nin özellikle 2. Dünya Savaşı’nın ardından yürürlüğe koyduğu rüyanın özeti gibidir. Her kriz anında ya da varlığının sorgulanır, politikalarının eleştirilir hale gelmesinin hemen ardından gündeme gelen bu anlayış, sanat camiasının en popüler unsurlarından olan sinemayla mutlak bir mutabakatla sonuçlanmaktadır.
Kuşkusuz popüler sinemanın kimi dönemlerinde yedinci sanatın çağa tanıklık eden ve sorgulayan kimliğine yaraşır kimlikte ürünler ortaya konmuştur; ama bu ürünleri bizzat kendi eliyle soframıza sunan ve ne denli demokrat olduğunu “gözümüze sokan” da yine aynı sistemdir. Marx’ın deyişiyle “kapitalizm kendi idamı için olsa bile ip satar; ama ipin çürük olmasına bakar!”
Elbette bir eğlence aracının (!) bütün bu yazı boyunca iddia edildiği gibi, bir sistemin mevcudiyetini sürdürme siyasetinde bu denli belirleyici olabileceği iddiasını “saçma” olarak nitelendirmek de olasıdır. Chaplin’i, Welles’i, Lilian Hellmann’ı, Büyük Bunalım’ı, Soğuk Savaş’ı, McCarthy’lerin odun taşıdığı cadı kazanlarını, Küba, Vietnam ve ardıllarını ve günümüzü bir kenara bırakmak da öyle. Tıpkı Nâzım’ın “Akrep Gibisin” çığlığından habersiz milyonlarca insan gibi!
Ama…