83. Oscar Töreni’ne sayılı saatler kaldı. Fırsat, bu fırsat! Bu yazı aracılığıyla, Pazar gecesi ekran karşısına kurulup dünyanın en popüler sinemasal etkinliğine ‘kilitlenmeden’ önce, Akademi Ödülleri’nin pek de dile getirilmeyen bir dönemine, 1928 yılında yapılan ilk Oscar törenine doğru bir yolculuğa çıkalım dedik. Bugünleri anlamak adına Oscar’ın tarihsel serüvenindeki miladın bir anlamı olabileceğini düşünüyorsanız, buyrun…
Tuncer Çetinkaya
İlk Oscar’ın En İyi Film kategorisindeki öne çıkan adaylar arasında, Murnau’dan Şafak (Sunrise, 1927), Frank Borzage imzalı Yedinci Cennet (Seventh Heaven, 1927), Josef Von Sternberg’in Son Emir (The Last Command, 1928), William A. Wellman’ın Kanatlar (Wings, 1927) ve King Vidor’un Kalabalık (The Crowd, 1928) filmleri yer almaktaydı. Charlie Chaplin’in erken dönem klasiği Sirk (The Circus, 1928) ise adaylığa değer bulunmamıştı; buna karşın Akademi, yıllar sonra özür niyetine verilecek Onur Ödülü sayılmazsa, muhteşem ‘serseri’nin tek ödülü sayılabilecek özel bir Oscar’la durumu telafi edecekti.
1927 ve 1928 yılları, dünya sinemasında sessiz başyapıtların ardı ardına gösterime girdiği bir dönem olarak hatırlanıyordu. Sözgelimi Fransa’da Rene Clair’in İtalyan Hasır Şapkası (Un Chapeau de Patille d’Italie) adlı filmi, bir dizi kaçıp kovalamacının ardında taşıdığı aristokrasi eleştirisiyle modern güldürünün eleştirel niteliğini gözler önüne seriyordu.
Sovyet Devrimi’nin 10. yılı anısına çekilen Ekim (Oktiabre), Eisenstein’ın Potemkin’le ulaştığı biçimsel ustalığı bir adım daha ileriye taşıyordu; Abel Gance’ın Napoleon’u, sessiz sinemanın ulaştığı doruk noktalarından birini betimlemekteydi, tıpkı avangard cephede yer alan Bunuel’in Salvador Dali ile işbirliğinden doğan Endülüs Köpeği (Un Chien Andalou) ve Dreyer’in unutulmaz Jeanne d’Arc’ı gibi…
Halkaya eklenen Pabst imzalı Pandora’nın Kutusu (Die Büchse der Pandora) ve Devrim Sineması’nın bir başka büyük ustası Dovzhenko’nun Arsenal’i, dönemin canlılığı ve yedinci sanattaki büyük atılımı kanıtlar nitelikteydi. Muhtemelen benzerine yalnızca 60’lardaki Yeni Dalga ve Antonioni’lerin çıkışı ile tanık olabileceğimiz ölçüde, sinema ilk kez Hollywood’un etrafında dönmüyordu!
Belki de böylesi bir tabloya dahil edilebilecek yegane film olan ve H. Sudermann’ın bir öyküsünden uyarlanan Şafak (Sunrise, 1927) sinema tarihinin en büyük ustalarından birinin, adını geniş kitlelerin en çok Nosferatu (1922) ve Faust (1926) gibi ekspresyonist ya da romantik dönem Alman klasiklerinden işittiği Friedrich Wilhelm Murnau’nun imzasını taşımaktaydı.
(Söz Murnau’dan açılmışken, Hollywood’da sinemayı sanat yapan yönetmen ve senaristlerin bir çoğunun -başta ufukta beliren Nazi tehlikesinden korunmak adına Almanya’dan Yeni Dünya’ya taşınan- Avrupa kökenli sanatçılar olduğunu vurgulayalım: Carl Mayer, Ernst Lubitsch, Mauritz Stiller, Victor Sjöström, Fritz Lang, Jean Renoir vd.)
Kırsalda yaşayan bir Amerikan ailesinin öyküsünün anlatıldığı filmde, seyirci şehirden gelen bir kadının evin erkeğinin gönlünü çelmesine tanık oluyordu. Kadının büyüsüne kapılan adam, onun uğruna karısını öldürmeyi bile düşünecekti.
Yakın dönem Alman sinemasının sıklıkla başvurduğu bir yöntem olan ‘kameranın bir ‘göz’ gibi kullanılması tekniğinin Amerika’daki ilk uygulaması olan film, çevreyi oyuncunun gözünden incelemesi açısından da büyük önem taşımaktaydı. Şafak, gösterimde kaldığı günlerde, dönemin sinemasal eğilimlerine sarsıcı ve ani bir darbe indirdiğinden olsa gerek, önemi tam olarak anlaşılmamış bir başyapıt olarak akılda kaldı.
Şafak’la birlikte En İyi Film Oscarı almak için yarışan diğer filmler arasında yer alan Yedinci Cennet, dönemin en popüler melodramlarının başında yer alıyordu. Austin Strong’un oyunundan uyarlanan ve Paris’te geçen film, iki gencin tutkulu aşklarını konu almaktaydı. Kentin sokaklarında yaşayan güzel bir kızı kurtaran kanalizasyon işçisi, kısa bir süre sonra onunla evlenecekti; ancak araya 1. Dünya Savaşı’nın girmesi an meselesiydi.
Umut ve hayal kırıklıkları arasında gidip gelen insanların aşk serüvenlerini perdeye taşıyan ve hemen her seferinde anti-militarist bakış açısını filmlerine yedirmeyi başaran Borzage, özellikle sevginin gerçeği yenebileceğini ima eden -ve pek çok melodrama ilham kaynağı olan- finaliyle izleyicisini etkilenmişti.
Zafer Şafağı adıyla da tanınan Son Emir, Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’dan kaçıp Amerika’ya gelen ve bir süre Hollywood’da ufak tefek rollerde oynamak zorunda kalan devrik general Lodijensky’nin anılarından uyarlanmıştı. Beş parasız ve sefil bir halde kalan kahramanımız, devrimi konu alan epik bir filmde oynama teklifi alacaktı; ama filmin yönetmeni ile geçmişte aynı kadına aşık olmaları işlerin karışmasına neden olacaktı.
Toplumun bir kıyısında yoksulluğa terk edilmiş insanları ya da yeraltı dünyasının acımasız karakterlerini konu aldığı eserleriyle dikkat çeken Sternberg’in en kitlesel çalışmalarından sayılan film, dünyanın sinema merkezinde yaşanan ekmek ve varolma mücadelesine eğilen ilk film olmuştu. Yapım, ustaca kurgulanmış geri dönüşleri ve Emil Jannings’in Oscarlı performansıyla akıllara kazınmıştı.
Sıradan insanın öyküsününe odaklanan Kalabalık, ‘Amerikan Rüyası’na yapılan esaslı bir eleştiri sayılabilirdi. Yığınların içinde hiçbir öyküsü olmayacakmış gibi duran John, evliliğin hemen sonrasında büyük bir ekonomik sıkıntıya düşecekti. Yoksulluğun evliliklerini de olumsuz etkilemesine rağmen bir çocukları olması genç çiftin umutlanmalarına yol açacaktı.
Kahramanının psikolojisini ve dönemin New York ortamında var olan yoksulluğu son derece gerçekçi bir anlayışla resmeden bu önemli film, kalabalıklar arasında yalnızlığı yaşayan alt/orta sınıf insanına çarpıcı ve (finali dışında) karamsar bir bakış atmıştı.
İlk Oscarlarda öne çıkan son film ise Kanatlar’dı. 1. Dünya Savaşı sırasında Fransa’da geçen filmin iki ana karakteri, çocukluktan bu yana arkadaş olan Jack Powell ve David Armstrong, hava kuvvetlerinde pilot olarak görev yapmaktaydılar. Her ikisi de Sylvia’ya aşık olmasına karşın, Mary adındaki bir hemşire de Jack’ten çok hoşlanmaktaydı. Cesaret madalyası ile ödüllendirilmelerinin hemen ardından başlayan Alman saldırısı ve David’in uçağının düşürülmesi, trajediyle noktalanan olaylara kapı aralayacaktı.
Savaşta kendisi de pilotluk yapan Wellman, 2 milyon dolar gibi dönemine göre oldukça yüksek bir bütçeyle çektiği filminde görüntü efektlerinden aldığı güçle beğeni toplamıştı. (Günümüzde bu yapım, perdede topu topu üç dakika görünmesine karşın yakın gelecekte Hollywood’un en önemli jönlerinden olacak genç Gary Cooper’ın varlığıyla da hatırlanmaktadır.)
Bu listeye yakından bakıldığında, sisteme muhalifliği konusunda kimsenin tereddüdü olmadığı Charlie Chaplin gibi bir isim dışarı çıkarıldığında dahi eleştirel bir bakışa sahip filmlerin ilk Oscar’a damgasını vurduğu rahatlıkla söylenebilir. Gerçekten de, çoğunlukla ezilen ya da tutunamayan kesimlerin öykülerini perdeye taşıyan yönetmenler, kimi zaman uzlaşmacı bir kimliğe bürünerek de olsa, büyük bir gerçeklik duygusuyla dönemin tasvirine soyunmuşlardı.
Bütün bunlara karşın, “uzlaşma” kelimesi yalnızca yönetmenlerin sözlüğünde yer almıyordu. Akademi’nin ilk üyeleri, sıra En İyi Film ödülünü açıklamaya geldiğinde bu yönelimi dışavurma olanağı buldular. Kazanan yapım, adaylar arasında belki de ‘suya sabuna en az dokunan’ filmlerden olan Kanatlar’dı. Yani: Pilotların göklerdeki heyecanlı serüvenlerine zorlamayla yedirilen bir aşk üçgeni ve bolca da vatanseverlik sosu! Yine de hakkını yemeyelim. Sonradan icat edilmiş yeni bir ödül, ilk kez işiteni şaşkınlığa sürüklemesine rağmen Sunrise’ın oluyordu: En Başarılı Sanatsal Film!
Aslında bu ayrım, özellikle günümüz sinema eleştirisinde de varlığını sürdüren “kitle filmi”, “üstün yapım”, “sanat filmi” vb. kavramların somut olarak ortaya çıkışını belgelemesi açısından büyük önem taşıyordu; ama Akademi’nin aldığı kararın, neredeyse yüzyıla yayılacak sanatsal bir tartışmanın fitilini ateşlemek gibi bir kaygısı yoktu. Bu, olsa olsa aldığı karardan tatmin olamayan ve olası bir yanlışı önlemek adına yeni bir ödül keşfeden bir topluluğun durumunu ortaya koyuyordu. Süreç içinde “sanatsal ya da muhalif olanı göz ardı edemeyen” bu eğilim, yerini kitle beğenisine uygun düşen ya da tanıtım kampanyalarını başarıyla yürütmüş filmleri yeğleme anlayışına bırakacaktı.
En çok da bu yüzden; Hallelujah – 1929, Şehir Işıkları (City Lights – 1931), Modern Zamanlar (Modern Times – 1936), Gazap Üzümleri (The Grapes of Wrath – 1940), Yurttaş Kane (Citize Kane – 1941), Kahraman Şerif (High Noon – 1952), Zafer Yolları (Paths of Glory – 1957), Dr. Strangelove – 1964, Bonnie and Clyde – 1967, Otomatik Portakal (A Clockwork Orange – 1971), Do the Right Thing – 1989 gibi filmlerin ya da Chaplin’den Welles’e, Arthur Penn’den Kubrick’e uzanan bir çizgide pek çok yönetmenin ‘dışarıda’ tutulmasını “yanlış kararlara” bağlamak olanaklı görünmemektedir.
. . .
11 Eylül saldırılarından ve Ortadoğu’ya çeki düzen verme gibi tarihi bir sorumluluğun ardından (!) “birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan böylesi bir dönemde”, sıradan ya da tarihi şahsiyetlerin “gerçek hayattan alınmış” başarı öykülerinin yarışacağı 83. Oscar’a artık hazır mısınız?
Dedik ya, herşey bugünleri anlamak için, herşey unutmaya yüz tuttuğumuz ‘Amerikan Rüyası’na yeniden dalmak için!
İyi seyirler…