Tam 17 yıl olmuş gideli… “İsyancı baharın” dallarını kırmasının üzerinden 17 yıl geçmiş… Şu an, fırtınanın karşı caddede sıra sıra dizilmiş çamların boynunu büktüğü bu kara kış ayazında, o acı günü düşünüyor, haberi aldığımda nerede olduğumu kestirmeye çalışıyorum. İzbe bir öğrenci evinin bol dumanlı salonunda, hararetli bir “memleket meselesinin” ortasında mıyım yine? Yastığımın altında, okunmaktan yorgun düşmüş “İshakça” öyküler duruyor mu hala?
Tuncer Çetinkaya
İlk ve tek karşılaşmamıza gidiyorum birden, akşam güneşinin boydan boya kızıla boyadığı limana damgasını vuran Costa Gavras’lı, Eisenstein’lı sohbetimize ve üşüyorum ansızın, hatırlıyorum:
“Onat Kutlar yok artık…”
Hayatın içinde “var olmaya” çabalamanın, facebook’un zaman tünellerinde muhteşem profiller yaratmaktan çok daha farklı bir anlamı olduğu günlerde, orta yaşına doğru yol alan bir adam, Degüstasyon’dan çıkıp Taksim’e doğru yürümeye başlar. Ağustos sıcağında Pera hafifçe lağım kokmaktadır. Sinematek bürosunun sabun, pasajın gül kokularını bastırır bu koku: “Eski, yozlaşmış, çürümüş bir şeylerin kokusu.” Ara sokaklarda lumpenler, caddede ağır esanslarıyla tombul kadınlar, yağlı enseli komisyoncular dolaşır. Art Nouveau balkonların arkasında ölümü bekleyen levantenler kokar. Sinemaların afişlerinden melodram, inleme ve sansür yayılır ortalığa.
Küçük bir broşür vardır elinde, kocaman bir listeden oluşan: Yüzlerce film adı. Neler yoktur ki içinde… Bir Ulusun Doğuşu (Griffith), Altına Hücum (Chaplin), General (Keaton), Gazap Üzümleri (Ford), Yurttaş Kane (Welles), Hal ve Gidiş Sıfır (Vigo), Potemkin Zırhlısı (Eisenstein), Yer Sarsılıyor (Visconti), Harb Esirleri (Renoir), Ana (Pudovkin), Yaban Çilekleri (Bergman), Salvatore Giuliano (Rosi), Genç Kuşaklar (Wajda), Yolcu (Munk), Louisiana Öyküsü (Flaherty), Seine Irmağı Paris’e Rastladı (Ivens), Guernica (Resnais) ve başka filmler…
Derin bir inanç kaplar yüreğini ve 1965 Ağustosunda, o gün, bu filmlerin hemen hepsini sağlayıp gösterebileceğine inanır yürekten.
Anımsamaya ve anlatmaya devam eder o günleri:
“Ali Han’ın altıncı katındaki iki küçük oda sabun kokusu içindeydi. Perdeler takılmıştı. Mobilyaları yerleştirdik. 810 liranın içinde bir küçük kilim bile vardı. Serdik döşemeye. Bürodan çok eve benzedi. Dantel işlemeli tül perdeleri çektik. Masanın arkasındaki gösterişli koltuğa kuruldum. Karım Sevil bir markizete, ilk memurum olan, Galatasaray Lisesi, orta iki öğrencisi Mesut Yetişkin bir başka markizete oturdular. Keyifle eserimize baktık.”
*
“Balıkpazarı’nın girişindeki Ali Han’ın kapısından çıkıp hemen karşıdaki lokantaya girdik. Sokağa bakan, önü çiçek satıcısının gülleriyle örtülü pencerenin kıyısındaki masaya oturduk. Yeni alınmış ayakkabılarını ikide bir çıkarıp bakan bir çocuk gibi, Türk Sinematek Derneği’nin ilk broşürünü çıkardım. Sayfaları bir daha çevirdim. Birkaç ay sonra, Sinematek salonlarını dolduracak olan gencecik yüzleri düşlemeye çalıştım. Geleceğin yüzünü. “Hadi Mesut” dedim. “Git. Derslerini çalış ve erken yat. Yarın çok işimiz var…”
Sinema Bir Şenliktir adlı muhteşem eserinde, Türk Sinematek Derneği’nin kuruluş günlerini, en ince ayrıntılarla ve nice güzelleme eşliğinde anlatan o adam, Onat Kutlar’dır. (Sözünü ettiği ve varlığını Eylül Fırtınası’na kadar sürdürecek olan dernek, gerek yazarın Langlois’yla kurduğu dostane ilişki çerçevesinde üstlendiği “sinema okulu” benzeri işlev, gerek de sinema yazınımızın en önemli örneklerini barındıran Yeni Sinema Dergisi sayesinde, yedinci sanatın ülkemizde entelektüel bir zemine oturmasında en önemli rolü oynayacaktır.)
Onat Kutlar, yalnızca bir büyük sinema adamı olmanın ötesinde, henüz 23 yaşında kaleme aldığı öyküleri Türk Dil Kurumu Ödülü alacak kadar önemli bir yazardır. Pek çok aydının kabuğuna çekilip zorlu günlerin geçip gitmesini sessiz sedasız beklediği bir dönemde yazdığı “Yeter ki Kararmasın”, 12 Eylül karanlığına ilk elden direnişin namuslu bir belgesidir.
Yıllar önce, sinema eleştirisiyle ilgili bir söyleşide savunduğu düşünceleri, günümüzün sinema yazarları adına kılavuz niteliktedir:
Yazılarınızı yazarken halkın zevklerini ya da yazılarınızın yayınlandığı gazete / derginin tutumunu ne dereceye kadar dikkate alırsınız?
En karmaşık sanat sorunlarının bile sade bir biçimde anlatılabileceklerine inanırım. Okuyucumun akıllı olduğunu düşünürüm. Eleştiri bir diyalogdur. Okuyucuyla yani halkla kurulan bir diyalog… Yazarken ne yarı aydınları, ne de yazdığım yayın organını hesaba katarım. Düşüncelerime uygun bir dergide yazıyorsam sevinirim elbette…
Bir filmin ticari başarısı üzerinde eleştirmenin etkisinin önemi sizce nedir?
“Ticari başarı üzerinde etki” sözü aklıma “reklam” ve “haksız rekabet” kavramlarını getiriyor. Bir sinema yazarı olarak bunlarla ilgim yok.
Bir eleştirmecinin taşıması gereken nitelikleri aşağıdaki verilere göre nasıl sıralarsınız?
Sinemayı sevmek önemli. Ama bir eleştirmenin taşıması gereken nitelikler teraziye gelir şeyler değildir. Türkiye’de son yılların koşulları içinde sıraladığınız niteliklere bir yenisini daha eklemek gerekiyor: Sinema yazarı dürüstlüğünü her zaman da korumalı.
Gelecekte Türk sinema eleştirisinin durumu sizce ne olacaktır?
Gelecekteki eleştirinin tek kurtuluş yolu, yetenekli sinema sanatçılarıyla baş başa vererek ulusal sinema sanatının temel hedeflerini araştırmak, sadece bir “tadıcı / degustateur” olmakla kalmayıp sinema eserinin yapısını kavramak, iç diyalektiğini aydınlığa çıkarmak, ama ne olursa olsun kolaya, ucuza, şarlatanlığa taviz vermemektir. “Türkiye koşulları içinde iyidir” sözü ulusalcılık değildir. Batılı sömürgecinin kullandığı “bon pour l’orient”in Türkçesidir bu. Eleştirmen, bazı sinemacıların çok hoşuna giden bu yanlışa asla düşmemelidir. “Önce dövüşelim, barışmak kolay” der halk sözü. Diyalektiğin temeli de budur.
“Şimdi kış… Pek yaprak görünmüyor dallarda. Ama hep biliyoruz. Bahar mutlaka gelecek ve hep birlikte duyacağız yapraklı dalların sesini…” dizelerinin sahibi olan Onat Kutlar’ı, en çok böylesi günlerde hatırlamak hayatî önem taşıyor.
Anısı, sinemasal düşlerimize ışık tutuyor…