Büyük İskender filminin tanıtımı için Türkiye’ye geldiğinde sorularımızı yanıtlamaktan kurtulamamıştı. O gün bilmiyordu ama bu söyleşi bir gün gelecek tersninja.com’da yayınlanacaktı.
Güleryüzlü, had safhada samimi, espritüel, en önemlisi de konuşkan bir adam Oliver Stone. Filmlerindeki politik tavrından anlaşılacağı üzere politikayla çok ilgili. Öyle ki bu konuda sorduğum soruların hepsine içini dökercesine çok uzun yanıtlar verdi ve bana soru soracak fazla zaman bırakmadı. Röportajın sonunda merak ettiğim ama soramadığım birçok soru kalmıştı geriye.
Siz Vietnam savaşında savaşmış, ardından da Müfreze adlı mükemmel bir film yapmıştınız. Irak’taki savaş hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok üzgün ve hayal kırıklığına uğramış hissediyorum. Yalnızca müfreze değil, ben Doğum Günü 4 Temmuz, El Salvador gibi filmlerimde de, korku yüklenmiş bir ABD’nin yer aldığı savaşların gereksizliğini, çirkinliğini vurgulamaya çalıştım. 1980’lerdeki bu filmlerin çoğu iyi karşılandı ve insanlar savaşın çirkin yüzünü gördüler bu filmler sayesinde. 1990’larda çekilmeye başlayan Er Ryan’ı Kurtarmak, Kara Şahin Düştü tarzındaki savaş filmleri ise çok farklı bir tona sahiptiler. ABD’nin askeri gücüne, geçmişine, bir anlamda efsanesine tapan milliyetçi filmlerdi bunlar. Üstelik bunlar medya tarafından son derece pohpohlandılar. Bu filmlerin ertesi gün Irak’a giriyorduk ve Müfreze gibi savaş karşıtı filmlerin esamesi okunmuyordu artık. Bir anda kayboldular ortadan. Amerikan halkının hafızasından tamamen silinmişti sanki bu filmler. O zamanlar Vietnam’a karşıydık, peki Irak’ta olup bitenin Vietnam’dan farkı mı var? İkisi de iç savaş. Merak etmeden duramıyorum bazen, “Amerikan halkının hatırlama yetisi yok mu acaba?”diye.
Amerikan halkının hafızasının tazelenmemesi konusunda medyanın da payı var sanırım.
Elbette, Vietnam savaşında büyük bir seferberlik söz konusuydu. Irak savaşı’nda ise tüm dünyayı kapsayan devasa bir seferberlik… Ama bu seferberlik görmezden geliniyor, medyada ufak tefek yer buluyor ama üstünde durulmuyor. 60’larda böyle olmamıştı. Alın size bir örnek… İngiltere’de bir milyon kişi Bush’u protesto etmek için sokağa dökülüyor. Ben de oradaydım, sokaklar kapatılmıştı resmen. Ama diğer yandan ABD’de tık yok. “Başkan Bush İngiltere’yi ziyaret etti, falan filan… Protesto gösterileri yapıldı” diye geçiştiriyorlar gazetelerde. Amerikan halkının çevresini perdeyle kapatmaları büyük bir sorun. Amerikan halkının dünyadan haberdar olmaması için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. ABD sanki bir Orwell dünyası gibi, adeta bir Sovyet durumu var orada. Gerçekten Amerika’da bir sovyet realizmi yaşanıyor şu an. Daha da derine inersek politik olarak, Amerika komünizmi öldürdüğünü düşünüyor, ama bunu yaparak bir anlamda Amerika’nın kendisi komünizm oldu. Garip bir şekilde sosyalistleştiler. Düşman öldü belki ama şimdi Amerika çok daha büyük bir tehlikenin içinde. Çünkü Amerika artık yalnız ve düşman olmadan bir denge de olmuyor. Amerika’nın düşmanı artık kendisi.
Hafızası zayıf bir ülke için çok fazla tarihi film üretiliyor Amerika’da.
İşin komiği Amerika’nın yalnızca iki yüzyıllık bir tarihi var. Bu yüzden DNA’ları daha eskiyi algılamıyor sanırım. Çok az Amerikalı geçmişe bakabilme yetisine sahip. Örneğin Büyük İskender kimdir kise bilmiyor Amerika’da.
Bir Vietnam gazisi olarak Irak’ta savaşan Amerikan askerlerinin psikolojisini iyi anlıyor olmalısınız?
Anladığımı sanıyorum ama. Her savaş birbirinden farklıdır. Savaş aynıdır ama farklı kılıklara bürünür. Sıradan bir askerin ne hissettiğini anlayabiliyorum. Ne için öldüğünden, niye öldürdüğünden ya da öldürlüdüğünden emin değil. İnsanlar tarafından istenmemenin verdiği bir korku var. Vietnam’da da bizi istemeyen gibi, isteyen de Vietnamlılar vardı. Bunların çoğu bizle ticaret yapıp para kazanıyorlardı. Ama kalplerinden geçenleri kim bilebilirdi tabi. Irak’ta da aynısı geçerli.
Sizi Vietnam’da savaşa sokan Başkan Johnson’la, George Bush’un politikaları arasında fazla bir fark yok diyebilir miyiz?
Bir başkanın politik doğrular için kurbanlar vermesi gerekir, doğrusu öyle olduğu için değil. (Buşh’u taklit ediyor sanırım) “Şimdi geri çekilirsek, zayıf görünürüz. Bu Amerika için de kötü, yeniden seçilmeye niyeti olan bizim için de kötü.” Böyle düşünüp bir sürü para harcamaya devam ediyorsunuz, ta ki iflas edene kadar. Bu tam delilik! Amerika’daki vergi verenler için, ben de büyük vergi verenlerden biriyim, için berbat bir durum bu.
Amerika’da sizin gibi düşünenler de var ama?
Olmaz mı? Amerikan halkının yarısı Bush’un aleyhine oy verdi. Bu önemli bir olay. Amerikan halkının tamamı aptal ya da kötü değil.
Büyük İskender filminde İskender’in savaş öncesi askerlerine yaptığı konuşmalar, Bush’un televizyonlardaki konuşmalarına çok benziyordu? Özgür bir dünya için savaştığını iddia etmeler, köleliği ortadan kaldırma edebiyatı…
Ama dikkatini çekerim, İskender onları Bush’tan daha önce söylemişti. İskender bir batılı ve evet, emperyalistti. Ama şunu unutmayın İskender asla ülkesine geri dönüp tahtına kurulmadı. Makedonyalı’ydı ama Makedonya’yı sevmedi, Yunanlıları sevmedi, onlara güvenmedi. Fethettiği yerlerde kalıp Perslilerle, Hintlilerle dost oldu. Hindistan’a girdiğinde artık ordusunun yüzde sekseni Doğu’lulardan oluşuyordu. O toprakların zenginliğini kendi ülkesine taşımadı. Peki amacı neydi? Kimbilir. Öğrenebilirdik, eğer Makedonyalılar tarafından öldürülmesiydi.
Commandante adını taşıyan dokümenter filminizde yine büyük bir lideri ele aldınız. Üstelik hala hayatta olan bu lider ile yüzyüze söyleşiler yaptınız. İskender karakterini yaratırkan Castro’dan esinlendiniz mi hiç?
Castro birçok yönden gerçekten de İskender’e benziyordu. En başta sorunlara yerinden müdahale eden bir liderdi Castro. Bir telefon geliyor, hemen sorunun olduğu yere gidiyor, sorunu orda çözüyordu. Büyük İskender’de böyleydi. Hep cephede askerleriyle savaştı. Kendi yapmadığı hiçbirşeyi adamlarından istemedi. Sekiz kez yaralandı ama savaşmaya devam etti.
Önemli ikinci nokta ise; Castro hiçbir zaman kendine para ayırmadı. Çok cömert biri Castro. Hala devrim için çalışan bir general, asla zengin biri olmadı. Benim Amerika’da tanıdığım bütün güçlü adamlar politikayı bıraktıklarında çok zengin olmuşlardı.
Senaryosunu yazdığınız Geceyerisi Ekspresi filminin yarattığı imaj bizi 30 yıldır rahatsız etti. Şu sıralar imajımızın bizim için çok daha önemli. Çünkü Türkiye artık kimilerinin hristiyan kulübü dediği AB’ye üye olmak isteyen bir müslüman ülkesi. Siz Türkiye’nin AB’ye girmek istemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB konusunda çok bilgili değilim, genel bir kavram olarak biliyorum sadece. Ama bunun yüzyılın dönüm noktası olduğunu hissedebiliyorum. Yalnızca Türkiye’nin AB’ye girmesiyle ilgili olarak değil, çok daha genel anlamda söylüyorum bunu. Avrupa’nın hangi şehrine bakarsak bakalım yoğun bir Müslüman nüfusun yaşadığını görüyoruz. Böyle devam ederse Avrupa zaten yakında Doğu olacak, en azından teorik olarak. Eğer Türkiye AB’ya üye olursa bu trend’e dahil olacak. Enteresan olan şu ki Müslüman dünyası hiçbir şekilde birleşmez. Müslüman Türkiye diğer müslüman ülkelerden epey farklı olduğu için Türkiye’nin etkisi olumlu olacak. Çünkü Türkiye laik bir ülke. Dinle politika karışınca çok kötü, çılgınca şeyler olabiliyor. Bu anlamda ABD’nin anayasasını taktir ediyorum. Eski Yunanlılarda da böyleydi.
Türkiye’nin AB’ye girmesi iyi olacak bana göre, ama bunun da ötesinde yaşanan daha büyük gelişmeler var. Batı, Doğu’da hüküm sürmeye çalışıyor, Doğu ise zaten halihazırda Batı’da yaşıyor. Bunun sonu nereye mi varacak? Dünyada yeni bir denge oluşacak. Batı biraz daha yok olacak. İstanbul’da olduğu gibi kültürler kaynaşacak. İstanbul bu anlamda çok önemli. Roma düştüğünde İstanbul ortadaydı. Batı, Doğu kültürü burada buluştu. İstanbul hep Doğu’da kaldı ama Batı düşüncesi de ayakta kaldı. Bu yüzden daima hem Doğu hem Batı ülkesi oldunuz siz…