Kalkedon‘un Sinema Dizisi’nden çıkan “Sinemada Tarihin Görüntüsü“, eserlerine / görüşlerine her daim kulak kabarttığımız Oğuz Hoca’nın son incelemesi anlamına geliyor. Yeni çalışmasını yedinci sanat ile tarih ilişkisinin yüzyılı aşkın bir zamana yayılan serüvenine ayıran Makal, bu kapsamdaki ilk önemli yapıta da imza atıyor.
Bilindiği gibi sinemanın tarihsel olaylara eğilmesinin başlangıcı, bu sanatın neredeyse ilk adımlarına rastlıyor. Sessiz yılların en heyecan verici türleri arasında –Melies üretimlerinde olduğu gibi- fantastik bilimkurgular kadar westernler de yer alıyor ve orada, yakın sayılabilecek bir “geçmiş” söz konusu olsa da, “tarihle buluşmanın” ilk adımları atılıyordu.
Bu konuda daha da ileri bir adım, 1908 yılında, konusunu II. Heny döneminde yaşanan bir cinayetten alan “Guise Dükü’nün Öldürülmesi” filmiyle atıldı. Geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde tıkanma noktasına gelen ve başlangıç günlerinin ihtişamını arayan Fransız sinemasının sanatsal film arayışlarında çok önemli bir durak olan film, adına ‘Film d’Art’ denilen ve ünlü Lafitte kardeşler öncülüğünde başlayan bir sürecin sonucunda, -kısa süreli olmasına karşın- sinemanın ufkunu açmıştı. André Calmettes ve Charles Le Bargy‘nin imzasını taşıyan ve tiyatro kökenli oyunculara yer vermesiyle de dikkat çeken yapım, sinema tarihinin ilk galasıyla da gündeme gelmiş ve “aydınlarla sinemanın buluşma noktası” olarak adlandırılmıştı. En büyük yankısını Yeni Dünya’da bulan “Guise Dükü’nün Öldürülmesi”, Fransızların sürdüremediği ama Amerikalıların ufkunu açan sinemasal bir dönemi özetleyen en önemli yapım olarak dikkat çekmekle birlikte, bu yeni sanatın “sınırlarını / sınırsızlığını” ifade ediyor; ayrıca sinema-tarih ilişkisine önemli bir anlam kazandırıyordu.
Ardından gelen ve bir başka yazıda ayrıca incelenmeyi hakeden İtalyan epikleri, yankısını yine Hollywood’da bulurken, sonrasında perdeyi kaplayan egzotik kahramanlar, maceranın devam ettiğini vurgulayıp durdu. “Şeyh” ve “Bağdat Hırsızı” gibi erken dönemin üstün yapımları, Valentino ve Fairbanks aracılığıyla yeni temsiliyetler peşinde koşarken, tarihten beslenmeyi sürdürdü. İlginçtir; erkek dünyasını özne kılan bu parlak başlangıç, on yıl kadar sonra, yine tarihle kol kola yürüyecek olsa da, öykülerin ana kahramanları bu kez Dietrich ya da Garbo gibi kadınlar olacaktı.
Abel Gance ve Dreyer gibi ustaların deneysel ürünleri epikle olan bağları sıkı tutarken, Devrim Sineması da 2. Paylaşım Savaşı’na ramak kala, köklerine doğru bir yolculuğa çıkacaktı (“Alexander Nevsky”, 1938, Eisenstein). Bu, Fritz Lang‘ın Nazilerce en çok beğenilen filmi “Nibelungen“de de görülebileceği gibi ideolojinin tarihle buluşmasına yol açan ilk örnek değildi elbette.
Yukarıda, başlangıç yıllarına doğru kısa bir yolculuk yaptığımız ilişkiyi, türleri / eğilimleri göz ardı etmeden ve farklı tarihsel süreçler içinde titizlikle ele alan Oğuz Makal, kitabında -“Cezayir Savaşı” ve “Danton“da da rastladığımız üzere-, kimi dönemlerin ele alınışının ardından yapılan tartışmalara da yer veriyor.
Baudrillard‘ın “‘Sinema aracılığıyla bir tarih bilincine sahip olma’ gibi bir düşünceden alınacak keyif de bir ilizyondan başka bir şey olmayacaktır” sözlerine atıfta bulunan kitap, söz konusu işbirliğinin kapsamlı bir özeti olduğu gibi, filmler ve olgular üzerinden “tarihe nasıl yaklaşıldığı” üzerine de önemli şeyler söylüyor.
Kurosawa‘dan Mankiewicz‘e, “Ben Hur“un ihtişamından “Kleopatra” bozgununa, büyülü fenerin epikle dostluğu; Fransız Devrimi’nden İspanyol İç Savaşı’na belleğimizdeki tarihsel olayların sinemada bulduğu yankı, bu önemli eseri temel bir başvuru kaynağına dönüştürüyor. Yine de son sözü Baudrillard‘a bırakalım:
“Tarihin sinema aracılığıyla yeniden şırıngalanmaya çalışılmasının bilinçlenmeyle değil, yitirilmiş bir gönderenler sistemine duyulan özlemle ilişkisi vardır. Bu sinemanın tarihe hiç önem vermediği, güncel bir süreç, bir diriliş değil bir direniş biçimi olarak gösterilmediği anlamına gelmez. Gerçek yaşamda da sinemadakine benzeyen bir tarih olmuştur, ancak bugün bu tarih ortadan kaybolmuştur. Sinemanın bize ‘gösterdiği’ (bizden çalınmış) tarihin ‘tarihsel gerçek’le olan ilişkisi, resim alanında klasik gerçekçi görüntülerle neo-figürasyon arasındaki ilişkiden yoğun değildir.”