BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Bir İstanbul Film Festivali'ni daha gerilerde bıraktık a dostlar.. Kimimiz pek ilgilendik kendisiyle, sinemadan sinemaya aktarma yaptırıp durduk kendimizi; kimimiz bir iki filmle de olsa katıldık etkinliğe, o eski günlerin hatırasına daldık; bir kısmımız da isteyerek ya da istemeyerek uzak durduk kendisinden, muhtelif nedenler cebimizde..

Festival

Numan’ın İstanbul Film Festivali Günlüğü – 5 (Son): Beş Film Birden

Bir İstanbul Film Festivali’ni daha gerilerde bıraktık a dostlar.. Kimimiz pek ilgilendik kendisiyle, sinemadan sinemaya aktarma yaptırıp durduk kendimizi; kimimiz bir iki filmle de olsa katıldık etkinliğe, o eski günlerin hatırasına daldık; bir kısmımız da isteyerek ya da istemeyerek uzak durduk kendisinden, muhtelif nedenler cebimizde..

Beş Film Birden!. Mi?

Çok afedersiniz ama izninizle kendime “Oha!” demek istiyorum..

Lakin yapacak ya da kaçacak halimiz de yok maalesef.. Hatırlarsanız, kendi kendime bu konuda bir söz vermiştim..

Mümkün olduğu kadar kısa kısa yazmaya çalışacağım dersem eğer, belki anlayışla karşılarsınız ha? Lütfeen!

Bir de yazının sonunda, bu kapsamda izlediğim filmlerden ‘En İyi İlk Dört’ seçimimi yapmak istiyorum.. Şimdi o listeyi ben de merak ettim, ki sizin heyecanınızın büyüklüğünü düşünemiyorum bile valla..

Numan Serteli

Ne diyecektim?. Haa..

Bir İstanbul Film Festivali’ni daha gerilerde bıraktık a dostlar.. Kimimiz pek ilgilendik kendisiyle, sinemadan sinemaya aktarma yaptırıp durduk kendimizi; kimimiz bir iki filmle de olsa katıldık etkinliğe, o eski günlerin hatırasına daldık; bir kısmımız da isteyerek ya da istemeyerek uzak durduk kendisinden, muhtelif nedenler cebimizde..

Beni soracak olursanız: Bildiğiniz üzre, hiçbiri..

Akbank galaları ve Uluslararası yarışmaya katılan filmlerin basın gösterimlerini takip ettim bu yıl sadece.. Doğal olarak, daha ‘festival’ olmadan önceki ‘Sinema Günleri’ devrinden beri tiryakisi olduğum o koşturmalı, itişli kakışlı festival ortamını yaşayamadım belki ama, koskocaman konforlu bir salonda -en fazla on kişiyle- film izlemenin de rahatlığını yaşadım..

Size çok değişik bir şey söyleyeyim mi? İnsan yaşlanınca, rahatı arıyor.. O nedenle, ey genç arkadaşım! Şu halimizi gör de gençliğinin kıymetini bil!

Efendiim.. Siz de bilirsiniz ki bana doyum olmaz.. Bundan böyle -yine her zamanki gibi- vizyondan film yazılarıyla falan buluşmak üzre hoşçakalın diyerek, huzurlarınızdan ayrılıyorum..

Mademoiselle Chambon

Parisli iyi bir aileden geldiği belli olan, klasik müzik ve keman eğitimi almış, pek güzel olduğu iddia edilemese de zarif bir çekiciliği olduğu da inkar edilemez bir ilkokul öğretmenidir Matmazel Şambon..

Fransa Maarif Vekaleti’nin cari uygulaması neticesinde, hemen hemen her yıl memleketin başka bir yerine tayini çıkan hanım kızımızın yeni görev yeri -küçük olduğu için mecburen şirin de olan- bir taşra vilayetidir..

Nispeten genç bir öğretmen olan Mademoiselle Chambon (Sandrine Kiberlain), okula oğlunu almaya gelen, ‘evli ve çocuklu’ inşaat ustası Jean (Vincent Lindon) ile karşılaştığında, kalp nahiyesinde inceden bir ‘elektriklenme’ hasıl olur..

Tüm ‘yetişme’ farklarına karşın, her haliyle oldukça sessiz ve saygılı bir adam izlenimi vererek, bir bakıma kendisini andıran bu orta yaşlı ama hafiften de karizma sahibi (Adeta ben!) Jean’a tutulan ‘çilli’ kızımızı, bu adamla birlikte -bütün olumsuz şartlara rağmen- nasıl bir gelecek beklemektedir?

Eric Holder‘ın romanından yararlanarak senaryosunu da yazan Stéphane Brizé‘nin yönettiği Mademoiselle Chambon, bakışlarla, susuşlarla, duruşlarla büyüyen mükemmel ötesi oyunculuklara haiz, şahane bir ‘minimalist sinema’ örneği..

Ben bu filmde, evlilik kurumu denen şeyin tamamen ‘doğa dışı’ olduğunu, insanın insanca yaşamasına her durumda engel çıkararak, onu zincire vurduğunu gördüm..

Ben bu filmde, yasak ve imkansız kılınan bir aşkın kıskacında kalakalmış evli erkeğin ‘zavallı’ durumuna rıza gösterilse dahi; aynı ilişkinin diğer partneri olarak, bekar bir kadına da aynı yasak ve aynı imkansızlığı, aynı şiddette hissettirilmesinin, ne büyük haksızlık olduğunu da gördüm..

Ben bu filmde, kimselerin günahı olmadığı halde, herkesin günahkar olduğunu gördüm..

Ben bu filmde, her türlü sınıf farkını ortadan kaldırabilen, art niyetsiz, hakiki aşkı gördüm..

Mademoiselle Chambon, sorgusuz, sualsiz, hazırlıksız yakalanılan masum bir aşkın kollarında sessizce göz yaşı döken, hüzünlü, küçük insanların filmi.. Bir minik başyapıt..

Mademoiselle Chambon

Yönetmen: Stéphane Brizé
Senaryo: Stéphane Brizé, Eric Holder (Roman)
Oyuncular: Vincent Lindon, Sandrine Kiberlain, Aure Atika
Yapım: Fransa, 2009 / 101′

Fevkalade, 9!

Wszystko, Co Kocham (Sevdiğim Her Şey)

1981 yılında Polonya’da, sovyet güdümündeki hükumete karşı -başta Gdansk tersanesinden olmak üzere- işçi hareketleri yükselirken (Efsanevi işçi lideri Lech Walesa‘yı bizim nesil hayatta unutmaz!), ülkenin bir kasabasında dört gençten oluşan amatör bir punk-rock grubu da, bu başkaldırıya paralel olarak, özgürlük üzerine sözler içeren şarkılar yapmaktadır..

Adının tercümesi ‘Sevdiğim Her Şey’ olan grup, bir deniz subayının oğulları olan Janek ve Staszek kardeşler ile Kazik (Jakub Gierszal) ve de Diabel’den oluşmaktadır..

Grubun solisti ve lideri durumundaki Janek (Mateusz Kosciukiewicz), başarısız olan iktidara karşı anti-komünist safta müzikal mücadele verirken; babasının subay olması nedeniyle de -otomatikman- özellikle kız arkadaşı Basia (Olga Frycz) ve ailesinden tepki almaktadır..

Bu arada önemli bir Rock festivaline katılma fırsatı bulan grup elemanları çalışmalarını sıklaştırırken; Janek’te, aslında askeri diktatörlükten yana olmayan kendi asker babasıyla, isyancı işçi temsilcisi bir babaya sahip sevgilisi arasında kalmıştır.. Zaten ergen gençliğin ‘evrensel’ bunalımıyla kafası yeterince meşgul Janek, üstüne üstüne gelen bu ‘fazladan’ sorunlarla nasıl baş ede?

Yönetmen ve senarist Jacek Borcuch’un filmi Sevdiğim Her Şey, insanı yerinde kıpır kıpır yapan gayet güzel punk-rock parçaları eşliğinde, Polonya’nın yakın tarihine bir bakış atarken; politikanın ve politikacının ve de politikaya bulaşmış her kesimin -son tahlilde- huzura, barışa, aşka ve mutluluğa, yani insani olan her şeye zarar verdiğinin resmini de çizmektedir..

Genç oyuncuların özellikle parladığı iyi oyunculuklara rağmen, sürprizlere kapalı ve klişelere yaslanan senaryoya, vasatı aşmayan bir yönetim düzeyi de eklenince, Wszystko, Co Kocham‘ın yeterince etkili olduğunu söylemek zor..

Wszystko Co Kocham
Sevdiğim Her Şey

Yönetmen: Jacek Borcuch
Senaryo: Jacek Borcuch
Oyuncular: Olga Frycz, Mateusz Kosciukiewicz, Jakub Girszal
Yapım: Polonya, 2009 / 95′

Daha Çok Çalış, 6!

Howl (Uluma)

Gerçi bizzat şairin kendisi: “Beat kuşağı diye bir şey yok.. Kitaplarını basmak isteyen bir avuç insan var sadece” diyor belki ama hiç kuşkusuz ki o kuşağın manifestosu veya ‘ulusal marşı’ olduğunu bildiğimiz Allen Ginsberg (1926–1997)’in Howl şiirini merkezine alan bu film, gerçeklerden yola çıkan bir drama..

Altın Lale Yarışması’nın ‘sürpriz filmi’ olarak gösterime giren Howl (Uluma)’ın, “Gördüm neslimin en iyi zihinlerinin çılgınlıkla mahvolduğunu..” sözleriyle başlayan bu devasa şiirin yayınlanması akabinde, yayımcı ve yazar hakkında açılan ‘müstehcenlik’ davasının mahkeme sürecinin canlandırılması başta olmak üzre, dört ayrı sekansın karışık olarak kurgulanmasıyla oluştuğu söylenebilir..

Allen Ginsberg (James Franco)’in katılmadığı, onu, avukatı Jake Ehrlich (Jon Hamm)’in temsil ettiği mahkeme sekansı dışında; filme bir belgesel havası veren, siyah-beyaz görüntülere haiz, şairin, kalabalık bir mekanda, büyük bir coşkuyla şiirini okuduğu sahneler (ki onun coşkusuna dinleyicilerin de -heyecanlı bir maç izlercesine- eşlik ettiği görülür) ve şiirin yazılış sürecini de kapsayan, şairle yapılan bir röportaj da diğer sekansları oluşturuyor..

Bir de, aralara serpiştirilen, şiirlere eşlik görevi üstlenen ‘klip’ tadında, animasyon görüntüler var ki bütün bunların hepsi filmin mükemmel bir dinamizmle ilerlemesini sağlıyor..

Başka bir şiirinde: “Ey Amerika, al şu atom bombanı sok kıçına” mealinde ünleyerek, Süper Güç ABD’nin bizzat bağrından bağırarak, ülkesinin siyasetine -hem de 1956’larda- doğrudan giydirebilen bu ‘muzır’ adama en azından saygı duymamak mümkün değil..

Filmin senarist-yönetmenleri olan Robert Epstein ve Jeffrey Friedman‘ın, şaire yönelik saygılarının yanı sıra, büyük bir sevgi besledikleri de yaptıkları filmin bakış açısında zaten hemen fark ediliyor.. Lakin senaryo ve yönetimde, bunun bi şekilde taraf tutma, kayırma gibi görülmesine neden olabilecek zorlamaların hiç hissedilmediği de başka bir gerçek..

Buna sebep olarak, filmin, istismara yanaşmayan bir üslupla, her açıdan başarıyla kotarılması gösterilebileceği gibi; eserin savunduğu görüşe karşı duran iddia makamının, hiçbir mantık ölçüsüyle değer bulamayacak, ‘saçma sapan’ görüşlerindeki zafiyetle de açıklanabilir..

Bu cümleden olarak, savcı Ralph McIntosh (David Strathairn)’un ileri sürdüğü iddialara karşılık, avukattan ve bazı uzmanlardan aldığı tokat gibi cevaplar, filmi ayrıca ince bir mizahla süslemeye de yaramış..

En son Milk‘te Harvey Milk‘in ‘arkadaşı’ olarak seyrettiğimiz James Franco, Allen Ginsberg olarak da yine olağanüstü..

Howl, şiirin, edebiliğin, sanatın ne olduğuna dair ipucları veren, objektif olmaktan tamamen uzak bir kavram olarak müstehcenliğin durumundaki çıkmaza vurgu yapan, bizim basın-yayın ve eğlence ortamlarında da tüm haşmetiyle kol gezen sansürün saçmalığı ve de anlamsızlığı üzerine içini döken, iyi olduğu kadar da faideli bir film..

Burak Fidan’ın “Ginsberg’in İstanbul Günleri” yazısını okumak için tıklayın.

Howl
Uluma

Yönetmenler: Robert Epstein & Jeffrey Friedman
Senaryo: Robert Epstein & Jeffrey Friedman
Oyuncular: James Franco, Jon Hamm, David Strathairn, Mary-Louise Parker, Jeff Daniels, Todd Rotondi, Jon Prescott
Yapım: ABD, 2010 / 90′

Aferin, 8!

De Helaasheid Der Dingen (Şeylerin Boktanlığı)

On üç yaşındaki Gunther Strobbe (Kenneth Vanbaeden), annesinden ayrılmış, alkoliklik başta olmak üzere bilumum kötü ‘meziyetlere’ haiz bir adam olan babası Marcel ‘Celle’ Strobbe (Koen De Graeve) ve berbatlıkta babasıyla yarışacak kalitede olan üç adet amcasıyla ve de bütün bu beş kişilik erkek nüfusuyla tek başına ilgilenen babaannesiyle birlikte fakirliğin çukurunda debelenmektedir..

Zavallı annelerinin emeğine, yemeğine ve emekli maaşına kocaman birer sülük gibi yapışmış bu ezelden tembel koca herifler, bir işe tutunmanın çok uzağında oldukları gibi, üstelik -olmayan paralarıyla da- içkinin, kadınların ve kumarın şahikasında dolanmaktadırlar..

Hiç bir iyi veya doğru denebilecek hal ve gidişleri olmayan, kötü alışkanlıklar hususunda ise birinci ligde oynayarak, alayına nal toplatma kabiliyeti gösteren bu ailenin fertleri, bir de kendilerine ve isimlerine toz kondurmayarak, Strobbe soyadıyla öyle bir gurur duymaktadırlar ki ne matah olduklarını bilmeyen biri bunları Belçika kralının soyundan geliyor sanır..

Böylesine olumsuz şartlara sahip bir ailenin içinde büyüyen Gunther çocuğun, okulunda başarılı olmasını beklemek abesle iştigaldir elbet.. Daha doğrusu bu kadersiz çocuğun bi şekilde okula gidiyor olması bile bir mucizedir.. Görünen o ki o da aynı yolun yolcusu olacaktır..

Arada sırada, bulunduğu şartların olumsuzluğu kendisini bir çıkış aramaya itse de, çocukluğun verdiği rahatlıkla, bütün bu yaşadıklarını, yine de renkli ve neşeli bir oyun gibi algılamaya devam eden Gunther’i bakalım nasıl bir gelecek beklemektedir?.

Bir Belçika yapımı olan, Felix van Groeningen‘in yönettiği De Helaasheid Der Dingen, içmenin, yemenin, eğlenmenin de, yarışmanın, sevişmenin de, velhasılı her eylemin en dibine kadar gitmeyi marifet sayan, her şeyin ama her şeyin bokunu çıkarmadan durulmayan bir aileyi bize oldukça kusursuz bi şekilde sunan enteresan bir film.

Yine de kendisini seyrederken, zaman zaman yüzeye çıkan ‘zorlamaların’ izleri, beni rahatsız da etti doğrusu.. Bunun da, yönetmenin: “En itici, en iğrenç tiplerden müteşekkil insanlarla, aynı seviyede boktanlık ihtiva eden çarpıcı sahneleri nasıl kotarırım” düşüncesindeki, samimiyetten yoksun ‘hesabını’ hissettirmesinden kaynaklandığını düşünüyorum..

Böylesine olumsuz, pis, hatta iğrenç tiplerle dolu filmi, yine de sempatik kılan şeyler var.. O şeylerin başında gelen, cehaletin ve doğal olarak lümpenliğin dibine vurmuş bu insanlarda ki içtenlik ve doğallık olsa gerek.. Tabii ki Gunther’in ‘problemli’ masumiyeti ve bütün bu ipten kazıktan kurtulmuş tipleri, saçını süpürge yaparak doyurmaya, bakmaya çabalayan bir annenin -hiçbir şeyin önüne geçemediği- evlat sevgisi de bu sempatinin sebeplerinden sayılabilir..

O değil de, ‘koca kazık’ evlatların da bizdeki karşılığı bi şekilde vardır amma, oğlunun kumar borcu nedeniyle eve gelmiş haciz memuruna kaptırılmadan önce, evin tek eğlencesi televizyonun tozunu almak isteyen ve bu hareketine kızan çocuklarına da: “Böyle tozlu verilmez.. Ayıptır oğlum.” diyen o anne, kesinlikle bizim de annemizdir..

De Helaasheid Der Dingen
Şeylerin Boktanlığı

Yönetmen: Felix van Groeningen
Senaryo: Christophe Dirickx, Felix Van Groeningen
Oyuncular: Kenneth Vanbaeden, Valentijn Dhaenens, Koen De Graeve
Yapım: Belçika, 2009 / 108′

Aferin, 8!

Mother and Child (Anneler ve Kızları)

Bir sağlık merkezinde terapist olarak çalıştığını tahmin ettiğim, ellili yaşlarını sürmekte olan ve annesiyle birlikte yaşayan Karen (Annette Bening), çevresine ve de insanlara soğuk, mesafeli tavrıyla hemen dikkati çeken bir kadındır..

Henüz on yedi yaşındayken doğurduğu bebeğini evlatlık vermiş, lisedeyken sevdiği erkeğini başka bir kıza kaptırmış, sonrasında da hiç evlenmemiş Karen, doğurduğu günden beridir hiç görmediği kızının doğum günlerini hep tek başına ve gizlice kutlamakta, hatta ona hediyeler almaktadır.. Ezelden beridir tortularını içinde biriktirdiği kadim derdiyle hayata karşı kaskatı hale gelmiş bu mutsuz kadının, yanına yaklaşan her cinsten kişilere karşı neden ön yargılı ve fazlasıyla kırıcı davrandığını anlamak hiç de zor değil..

Bir süre sonra annesini de kaybetmekle katmerlenen Karen’in yalnızlığı, içinde bulunduğu ruhsal durumu daha da ağırlaştırırken, meslektaşı bir adamın -ondan yansıyan her türlü olumsuz tavırlara karşın- ısrarla sürdürdüğü arkadaş olma girişimleri, bakalım meyvesini verebilecek, kadının kalbini kaplamış buz tabakalarını eritmeye yetecek midir?

Referansları ve iş tecrübesi fazlasıyla göz kamaştırıcı bir avukat olan Elizabeth (Naomi Watts), ilk kahramanımız Karen’e ‘tersinden’ benzeyen; ne baba ne de anne bilmeden büyümüş, işinde başarılı ama tam anlamıyla da ‘ıssız’ bir kadındır..

Karısını yıllar önce kaybetmiş yeni patronu olan Paul (Samuel L. Jackson)’ün kendisine yönelik ilgisini geri çevirmeyen Elizabeth, aralarında bayağı bi yaş farkı olan bu adamla ilişkisini oldukça kısa sürede, umduğumuzdan da öteye götürür..

Kusura bakmayın ama hemen eklemek zorundayım: Elizabeth, bir yemek sonrası evine attığı Paul’e öylesine müthiş bir atakla ‘sahip olur’ ki.. Bu müstesna manzarayla karşılaşan yazarınız -hemen ayağa kalkarak- yok sinemaymış, yok gösterimmiş, yok rol icabıymış falan dinlemeden, Naomi Watts‘ı büyük bir saygıyla alkışlar..

Sinemada şimdiye kadar gördüğüm bu en şahane sevişme sahnesi için yönetmeni de ayrıca kutluyorum..

Karen’in, hiç görmediği çocuğunu arama çabası göstermeye başladığı sıralarda, Elizabeth de, annesini bulmaya yönelik girişimlerde bulunur.. Bakalım kısmet!

Filmin üçüncü kadın kahramanı, bir türlü çocukları olmayan genç bir karı-kocanın dişi tarafı olan Lucy (Kerry Washington)’dir ve kocasıyla birlikte giriştikleri evlat edinme çabaları tüm hızıyla sürmektedir..

Üç ünlü Meksikalı yönetmenin, Alfonso Cuaron, Alejandro Gonzalez Inarritu ve Guillermo del Toro’nun yürütücü yapımcılığını üstlendiği, inanılmaz güçlü oyuncu kadrosuna sahip Mother and Child, senaryosunu da yazan Rodrigo Garcia’nın yönettiği, yukarıda sıraladığım üç kadının bir yerde kesişen hayatlarını konu alan, oldukça dokunaklı bir dram..

Garcia‘nın en son bundan önce yaptığı, vasat bir gerilim filmi olan Passengers‘ı hatırlayacak olursak, o filmden böylesi kaliteli bir filme geçişin bayağı büyük bir adım olduğunu da görmüş oluruz..

Kadınlık ve annelik kavramlarını mercek altına alan bu filmi izleyen bencileyin bir erkeğin, ‘doğru’ duyguyu hissedebilmesi açısından, özellikle böylesi problemlerle yüklü bir kadın seyircideki etkilenme yoğunluğunun yakınından bile geçemeyeceğini düşünüyorum..

Yine de bu filme bazı eleştirilerim olacak tabii: Yapısı icabı, filmin yavaş ilerlemesine diyecek lafım yoksa da, bilhassa finale doğru oluşan, gereksiz açıklamalardan oluşan sarkma, oldukça can sıkıcıydı..

Avukat Elizabeth’in ruhsal durumunun pek sağlıklı olmasını bekleyemeyiz elbette ama ona, komşusunun kocasına musallat olacak derecede tam bir seks manyağı imajı verilmesini de yadırgadım doğrusu.. Tamam, bu ‘sürpriz’ filmi ilginç kılıyor belki ama Naomi Watts‘ın baştan beri çizdiği karaktere oldukça ters düşen bir zorlamayı da hissettiriyor..

Mother and Child
Anneler ve Kızları

Yönetmen: Rodrigo Garcia
Senaryo: Rodrigo Garcia
Oyuncular: Naomi Watts, Samuel L. Jackson, Kerry Washington, Annette Bening
Yapım: ABD-İspanya, 2009 / 125’

Aferin, 8!

***

Ve işte.. Son festivalde gördüğüm filmler arasında yaptığım ‘En İyi İlk Dört’ listem..

Bunu, böylesi listelerin onulmaz hastası Landlord’a ithaf ediyorum.. Ediyorum ki, öyle İsviçre’lerden, Leman Gölü kıyılarında yayılmış vaziyette falan whisky yudumlayarak, desteksiz sallamaktan vazgeçsin de birazcık olsun kıymetimi bilsin..

1

The Limits of Control

2

Mademoiselle Chambon

3

Nowhere Boy

4

Mr. Nobody

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et