Sevgili Ters Ninja okurları,
Sizler bu satırları okurken ben çok uzaklarda (TV karşısındaki kanepemde) olacağım. Sizlerle uzun zamandır birlikteyiz. Birlikte (gerçekten okuyan biri var mı yazdıklarımı?) oldukça güzel(!) filmler hakkında duygularımızı paylaştık. Kâh duygulandık hüngür faşırt ağladık, kâh kahkahalarla gülerek yeri göğü inlettik.
Bir veda yazısı gibi inleyen yukardaki satırlarım sizi aldatmasın. Henüz bir yere gittiğim yok çok şükür. Ama böylesi bir yazıdan sonra daha fazla tutunabilir miyim? Bilmiyorum…
Aslında yazacak çok film var. Dahası buralarda ele aldığım filmlerle dolaylı yoldan ilgili şeyler de az buz değil. Gel gör ki, sıcaklara dayanamayarak iflas eden beynim ve vücudum, şu günlerde hiçbir şeyin sonunu getiremiyor ki, oturup adam akıllı yazayım. Misal bu hafta aslında 1956 yapımı Godzilla serisinden çıkma Rodan (Sora no daikaijû Radon) adlı filmi yazacaktım. Godzilla’nın ilk çıktığı yıl olan 1954’in hemen ertesinde, nükleer silah talimi yapılan bir alanda devasa bir kuş yumurtasından çıkarak musallat olduğu maden kasabasına kök söktüren uçan canavar, canavar aşkı olan herkesin seveceği türden bir film. Üstelik Eiji Tsuburaya’nın erken dönem görsel efektlerine hasta olmamak elde değil.
Ondan hemen evvel birkaç haftadır seyretmeye çalışıp her seferinde uykuya daldığım bir başka film Seijun Suzuki’nin Take Aim At The Police Van (Sono gosôsha wo nerae: ‘Jûsangô taihisen’ yori, 1960), uzun süredir beni bekliyor. Kara üzüm habbesi kıvamındaki kara film kutusundan yani Nikkatsu Noir adındaki bir boxset’te geçtiğimiz yıl Criterion’dan çıkan film hakkında söyleyeceklerim bir ilkokul çocuğunun tatil hakkında yazdığı kompozisyonun kalitesini geçmeyeceği için ölüm suskunluğuna gömülmekte yarar var.
Kara film demişken, yaz geldi mi beni bir polisiye kitap okuma sevdası alır. Lâkin 30 yıllık hayatımda bu sevdamı hiçbir zaman gerçekleştirememiş olduğumu da itiraf etmem gerek. Ama işte 30 yıl sonra bir yaz Raymond Chandler’ın yeni basılmış bir kitabıyla şeytanın bacağını kırmak üzereyim. Everest Yayınları’nın Polisiye Cepte serisinden çıkan Yüksek Pencere, daha öncede Türkçede yayımlanmıştı. Ahmet Ümit’in önsözüyle çıkan kitap Chandler’ın aynı seriden çıkan ikinci kitabı. Zira ilki meşhur Büyük Uyku idi. Bu vesileyle önsözler hakkında pek iyi duygularım olmadığını da belirtmek isterim. En iyi önsöz kitabın sonunda okunanıdır. Zira ne zaman bir kitabın önsözünü okumaya kalktıysam şu son yıllarda, kitabı okumak için şevkim kalmıyor. Hadi önsözü geçtim, şimdi bir de sonsöz moda oldu. Kardeşim çekilin aradan da bir ağız tadıyla asıl konuya odaklanalım. “Aganın pohu üstüne poh olmaz” sözünden hareketle, çoğu zaman “yazarın sözünün üstüne söz okumak istemem” gibi kimilerine dangalakça gelebilecek bir fikrim var.
Neyse efendim. Aslında Raymond Chandler, bir süredir iştahla okumaya çalıştığım bir başka kitabın üzerine kokladığım kumadır. Malumunuz Hong Kong kung fu filmleri sevdalısı olarak uzun süredir yapmayı istediğim bir başka şeyi de gerçekleştirme fırsatı buldum: Çin tarihini adam akıllı okumak. Bir süredir zaten kaynak araştırma safhasında kronolojik bir çizgi mi izlesem yoksa aklıma estiği gibi dönem dönem mi ele alsam Çin tarihini diye kukumav kuşu gibi düşünüp duruyordum. Fazla düşününce heves kaçması sendromu bende de bir hayli var. O sebepten bir Pazar günü Simurg’un sakin dükkanında Ray Huang tarafından yazılmış Çin Tarihi – Bir Makro Tarih Yaklaşımı adlı kitaba el koydum. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından 2005 ve 2007 yıllarında basılan kitap, akıcı ve ve akılda kalıcı bir üslupla anlatıyor konusunu. Benim gibi Mançular kimdi, Hanlar iyi miydi, Onca sülale ne oldu vb. onlarca soruya cevap arayanlar için iyi bir kaynak.
Yaz sıcaklarının kendi açımdan sekteye uğrattığı bir diğer sektör de sergiler. 311artworks’te Tunç “TURBO” Dindaş’ın Monsters, Robots & İstanbul sergisine gitmek için iş çıkışı ayakları Tophane’ye doğru çevirmek lazım. Üstelik motorları hemen çalıştırmak gerekli çünkü sergi 6 Ağustos’ta son buluyor. Burdan sanatçıya sesleniyorum: Bir zahmet Haliç’in karşı kıyısından hepi topu bir iki adım atarak beni karşı tarafa geçirecek bir canavar gönderseniz de, üşengeçliğime bir çare bulunsa?
Gitmek için can attığım ama belli ki gidemeyeceğim bir diğer sergi de Azime Sarıtoprak’ın Caddebostan’daki Mine Sanat Galerisi‘nde sergilenen Miyazaki Buradaydı sergisi. Miyazaki’nin dünyasından etkilenen sanatçının, onu kendine göre yorumlayışının görülebileceği sergi için biraz daha zaman var. Ama 30 Ağustos’ta sonlanacak sergi başta olmak üzere hep dediğim gibi “Sergi buldun düşünme giriş, iş buldun düşünme sıvış”.
İşte böyle sevgili okuyucular. O değil de aslında bu hafta anne olmanın heyecanına kapılarak biraz rehavete kapıldım sanırım. Zira yukarda görmüş olduğunuz “çocuk” vesilesiyle yazı yazmak ne mümkün. İki kelime yazdıysanız bir üçüncüsünün “wwwwwgggggg111” kıvamındaki bir başka pati eseri olacağı çok açık. Üstelik en sevdiği tuş ESC’nin üzerine oturduğunda bilgisayara komut vermek tam bir işkence. Bu hafta da ordan buradan yazarak, Edi’torture Deniz ve Landlord’dan paparayı yemeden misyonumu tamamladıysam, “gelecek kedilerin ayakları altındadır” diyerek, bir diğer misyonum pire ayıklamaya doğru ilerliyorum; “Shaolin, kaçma kızım!..”