Nejat İşler’in uzaktan bana verdiği izlenim şuydu. Röportaj yapmak bu adamı fazla enterase etmez, televizyona konuk çıkmak umurunda olmaz. İşini yapıp, işi bitince de çekip gitmek, hayatını kendi bildiği gibi yaşamak ister. Çok üstüne giderseniz patlar. Sizi sevmezse söyler. Severse belli eder. Tanıştıktan sonra bu tahmini izlenimlerimin çok da yanlış olmadığı anladım. Röportajlar konusunda ne düşündüğünü sorarak başladım işe. (Ters Ninja Arşiv 2011)
Ege Görgün (Landlord)
“Biraz otomatikleşiyor bir yerden sonra. Bir film olduğunda başlıyor bu hikayeler genellikle. Hemen hemen aynı cevapları veriyorsun herkese, tabi benzer soruları sordukları için. O rutin can sıkıcı olabiliyor. Papağan gibi aynı şeyleri söylemek… Ama işin parçası, kabul ettim artık. Sıkılıyordum çok da, artık imzalarken film anlaşmasını bunu da kabul ediyorsun.”
Filmle falan olmadan ortada, bir röportaj teklifi gelse…
Yok, o zaman kabul etmem. Gerek yok. Niye devamlı kendimi anlatmaya çalışayım ki?
Bilmem. Kimisinin hoşuna gidiyor bunu yapmak. Kendisini gazetede, dergide görmekten haz alıyor. Hele ki fazla kilolarını vermiş bir hanım olursa.
Yok be, abi. Bir de şuna inanıyorum ben. Benimki zaten görsel medyanın her an her yerinde yer alan bir iş. Şimdi işimin dışında kendim olarak, özel hayatımla niye var olayım ki ben. Ne gerek var? Niye meşgul edeyim insanları?
Söylediğin şeyler yankı bulacak çünkü. Ya bir magazin ekine taşınacak, ya da en azından sanal sözlüklerden birine…
O da değişik bir durum işte. Gerçekten değişik.
Yani egosal bir tatmin vermiyor sana medyada kendin olarak yer almak?
Vermiyor, abi. Aksine beni üzüyor bu anlamda. Ne gerek var ki? Bir sürü mevzu var konuşulması gereken, onların yerine bizim özel hayatımız niye konuşuluyor ki şimdi. Kişiliğim niye konuşuluyor, hayatım niye koşuluyor diye, ne gerek var diye düşünüyorum ama bu da işimizin bir parçasıy..mışş. Ben de çok geç anladım. Önce çok kızgındım da yaş 40’a gelince barışıyorsun bir sürü şeyle.
Aklıma geliyor, Sergen Yalçın’la ilgili bir anımı anlatıyorum. Röportaj talebimi ilettiğimde, “Ben röportaj yapmıyorum,” demişti. “Niye,” diye sormuştum. “Bana bir faydası yok ki, abi, röportajın,” diye yanıt vermişti. Klasik Sergen mantığı yani. Gülüyor bu hikayeyi dinleyince Nejat İşler. “Doğru,” diyor. Ama onun röportajları sevmemesinin nedeni Sergen’inkinden çok farklı neyse ki.
“Kendimi anlatırken sıkılıyorum.”
ŞÖHRET
Şöhret ilginç bir şey. Müthiş bir cazibesi var. Ulaşmak için büyük fedakarlıklar yapıyorsunuz. Şöhrete kavuştuğunuz zaman da bu kez onu elinizden kaçırmamak için her şeyi yapmayı göze alabiliyorsunuz. Bu ilişki o kadar yoğun ki şöhret kişiyi deforme edebiliyor, ya da yeniden şekillendirebiliyor. Kimi durumlarda kurbanını kirletebiliyor bile. Nejat İşler bu genellemenin dışında kalan bir isim. Sanki şöhretten önce neydiyse, şimdi de oymuş gibi hissediyorsunuz onunla konuşurken. Şöhretle arasına mesafe koymuş, onun kendini kirletmemesine izin vermemiş. Ama nasıl?
“Ben tam emin değilim bundan mesela. Mutlaka kirlenmişimdir. Mutlaka da değişmişimdir. Ben bir şekilde şöhretli bir heriftim her zaman. İşlek bir caddede tezgahım, gayet güzel bir rock’n roll hayatım vardı. Piyasa içinde bir popülerliğim vardı. O zamanları kerteriz alıyorum şimdi. Oradaki gibi tutmaya çalışıyorum her şeyi. Sevdiğim müziğe asılıyorum, o zamanlar yapmayı sevdiğim, kendimi iyi hissettiren şeyleri hala yapıyorum. Belki o zamanlar görüştüğüm herkesle görüşemiyorum şimdi. Şunu gördüm ben bir de: şöhret, herkesin senden bir şey istemesiymiş. Ama herkesin… Herkes senden maddi manevi bir şey istiyor. Önce herkese yetişmeye çalışıyorsun, sonra bunun imkansız olduğunu anlıyorsun. Yetişemeyince de g.t olmaya razı oluyorsun. Ben g.t olmaya razı oldum. Bıraktım kendimi. Ama bu fikir bu kadar da kolay kabul edilmiyor. Ben aslında çok başedemedim bu şöhret meselesiyle. Kıskanıyorum da başedebilenleri. Ben hala biraz kavgalıyım bu durumla.”
Yine de bu çabayı göstermiş olman bile senin imajının aksine özünde “iyi çocuk” olduğunu gösteriyor.
İyi çocuk imajı da çizebilirsin istersen. Koşarsın bir sürü sosyal sorumluluk projesine. Ailenle falan fotoğraflar çektirirsin. Başka türlü yaşarsın kameraların önünde, gerçekten yaşadığını göstermezsin.
HAYAT
Yolun yarısı dediğiniz yaşlarda hayat hakkında düşünmeye başlıyor ve bazı muallak kavramları bir sistematiğe oturtmaya çalışıyorsunuz. Mutluluk onlardan biri. Ben bu kavramın da abartılarak ve sistem tarafından tüketim toplumuna bir ürün olarak sunulmaya başladığını anladığımda (muallak kavramları çok sever sistem, bknz. Aşk) mutluluğun tarifini yapmaya karar vermiştim. Bana göre mutluluk, mutsuz olmama durumuydu. Ya da öyle olmalıydı. Bundan fazlasını istemek beni sistemin kucağına oturtmaktan başka bir şey yapmayacaktı. Öğrendim ki Nejat İşler de bu kavrama kendince bir tarif bulmuş. Onunki daha sağlamcı bir yaklaşım ama.
“Otuzlardan sonra anladığım bir şey. Bir kere daha söylemiştim aslında, onun arkasındayım hala; mutluluk galiba mutsuzluğa alışma hali. Kardeşim biz bu dünyada mutsuz olacağız bu kesin. Çünkü bizi mutsuz edecek birileri çıkacak, sen ne yapmaya çalışırsan çalış, buna engel olamayacaksın, dediğin zaman tamamdır. Bence mutluluk bu.”
“Ben bu tür muallak kavramlarla karşılaştığım zaman ilkel adamı düşünüyorum hemen. En çok kullandığm yöntem bu. İlkel adam mağaradan çıktı avdan evine eli kolu dolu dönecek, çocuğunun karısının karnını doyuracak, sonra ne yapacak. Avlanamadıysa mutsuz tabii ki. Benim de bir işim var. Allaha Şükür güzel de para kazanıyorum. Beni mutsuz edecek bir şey yokmuş gibi görünüyor. Ama modern dünya etrafına öyle bir şey örüyor ki, o örülen şeyler senin mutsuzluğun aslında. Yabancılaşma diye bir şey var. Yabancılaşma seni hep mutsuz edecek zaten, hep ensende dolaşacak. Onu kabul ettiğin zaman her şey çözülmüş oluyor. Benim için sorun yok yani. Ama ne mutsuz eder yine de beni: mesela işte Fenerbahçe’nin yenilmesi mutsuz eder. Yani öyle şeyler, anladın mı? Bunlar benim için daha yaşamsal…”
Depresif durumlar olmuyor mu peki hiç?
Oluyor tabi zaman zaman. Onu da seviyorum ama. Genellikle bir şey yazmaya kalktığımda ya da bir rol falan düşündüğümde bunun altından nasıl kalkacağım diye… Yazarken bir böyle çekilmek isterim seyretmek için, o zaman bir karanlıklaşırım. İçe çekilir hem kendime bakarım, hem dışarıyı seyrederim. Sağlama yaparım, ben ayak uydurabiliyormuyum buralara diye bakarım.
POPÜLER KÜLTÜR
Ben biraz abur cubur okuyorum. Tarih seviyorum, biyografi seviyorum. Bir de ara ara dönüp yeniden okuduklarım vardır. Çalışma temposunda zor oluyor tabi. En çok tuvalette okurum mesela. Bir kütüphanem vardır hep tuvalette.
Çizgi roman da var mı kütüphanede?
Var. Teksas severim ben. Zagor pek sevmem. Bir de Mister No’ya bayılırım.
İnternette Duman’ın Ah şarkısını cover’ladığın kaydın epey ilgi görüyor. Nasıl bir hikayesi var onu?
Makyöz Suzan Kardeş, şarkı da söylüyor, bir albüm projesine girişmişti Makyaj Odası Şarkıları diye. Makyajını yaptığı oyunculardan bir şarkı okumasını rica etmişti. Ben de Ah’ı seçmiştim. Anısı vardı bende. 3 tane film çekmiştim onu dinleye dinleye. Kaydettik, sonra izin almaya gidildi Duman’dan. İstememişler projede olmayı. Vardır bir sebepleri tabi, gayet de anlaşılır bir şey bu. Tamam, dedim, Tanju Okan okudum ben de. Ama o kayıtta bir yerde duruyordu. Biri yolamış internete. Öyle gitti.
Rock dinliyorsun bildiğim kadarıyla…
İyi geliyor bana. Çok karışık dinliyorum. White Snake dinlerim çok. Brit-rock’ın vokalleri iyi gelmiyor bana. Köylü müziği seviyorum. Amerika’nın Güney’i mesela… Kurban çok seviyordum. Bizim coğrafya biraz haliyle tavrıya kaderci. Müzik dahil her şey de biraz ona göre çıkıyor. Tamam, rakı içerken güzel gidiyor da, sadece rakı içerken değil hayatın başka taraflarında da müzik istiyor insan. Ağlamak sızlamak dışında bağırmak çağırmak, hikayeler dinlemek istiyor. O da biraz Anglo Sakson bir tavır aslında. Müzikte onları seviyorum ben. Kafa tutan işleri seviyorum. Efkar bayıyor beni. Şarkıda patronuna bağırsın, karısıyla hesaplaşsın, okulda öğretmeniyle hesaplaşsın… O şarkıları seviyorum. Çünkü o yalnızken yaptığın bir şey. Herifin suratına söyleyemezsin, şarkı yaparsın ona da gider. Onu seviyorum.
Film çok seyrediyor musun?
Çok.
Tür ayırt etmez misin?
Yok.
Adamı kasan sanat filmlerini sever misin?
x2, x4 (Gülüyoruz.)
BEHZAT Ç. VE SİYAH ÇORAPLAR
Nejat İşler’i bir süredir Behzat Ç. dizisinde izliyoruz. Dehşet verici cinayetler işleyen bir adamı canlandırıyor. Ama bu kötünün kötüsü adam bile ister istemez Nejat İşler’in o karşı konulmaz cazibesinden ve muzipliğinden nasibini alıyor. Kötü adam çekiciliği Ercüment Çözer’in tüm hücrelerinden fışkırıyor. Nejat İşler bu başarılı kompozisyonu çizebilmesinin sırrını rolünü oynarken çok eğleniyor olması olarak açıklıyor.
Geçtiğimiz bölümlerde bir sevişme sahnesinde çıplak oldukları için Ercüment ve üstündeki kadının komple buğulanan görüntüsünde dikkatimi çeken bir şeyi hatırlatıyorum ona. Ercüment Çözer’in buğulu kadraj dışında kalan siyah çorapları. Gülüyor. “Bilerek bıraktım, diyor.”
Tipe uygun muydu bu sence bu hareket?
Bence uygun. Ayaklarını göstermek istemiyor belki. Kusurlu bir yeri olduğunu düşünüyor. Ama dalga geçmek için yaptık biraz. Sigarayı buğula, küfürü biple… Ama biz orada giyiniktik, abi. Benim şortum vardı, kızın ten rengi mayosu vardı. Çıplak mısınız değil mi diye sorana: Çıplak değildim çorabım vardı diyorum.
Peki normalde çoraplı mı sevişirsin?
Yok be abi. (Yine gülüyoruz.)
FİLM
Kaan: Hiç satmayan kitaplar basan, hiç dinlenmeyen bir radyo programı yapan biriyim.
Mete: Bu çok güzel.
1996-2001 yılları arasında Kent FM 101 frekansından yayınlanan Kaybedenler Kulübü adlı radyo programında geçen anahtar diyaloglardan birini Nejat İşler hatırlatıyor bana. Ardından, “Kaybetmek mi?” diye soruyor. İkimiz de her kaybedişin aynı olmadığının farkındayız. “Looser” olmakla, “Görkemli Kaybeden” arasındaki farkı…
Kaybedenler Kulübü hiçbir zaman çok dinlenen bir radyo programı olmadı ama bu onun kült olmasının önünde engel teşkil etmedi. Mehmet A. Öztekin’in programın iki sunucusu Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un yaşamlarından, radyo skeçlerini andırsa da hayli gerçek olan sohbetlerinden ve tam ortalarına kamp kurdukları Kadıköy rock’n roll ortamlarından esinlenerek yazdığı senaryodan sinemalaştırılan film için de aynısının olacağına emin Nejat İşler. Filme karşı müthiş bir sevgi besliyor zaten. Öyle ki bunun şimdiye kadar en severek çalıştığı, en sevdiği filmi olduğunu açıkça söylüyor. Bunun önemli sebeplerinden biri kendine oldukça yakın bir karakteri canlandırmış olması. İşler, hızlı geçen gençliğinden bu tür Rock’n Roll ortamlarının hiç yabancısı değil üstelik. Bu yüzden aynı frekanstaki adamlar olmaları hasebiyle Kaan ve Mete ile tanıştıktan sonra 10 dakika falan sürmüş birbirlerine ısınmaları. Fimin gişesinden de ümitsiz değil İşler.
“Sex, Drugs and Rock’n Roll ne kadar para ediyorsa, ki bence ediyor, Türkiye’de de edecektir. Biraz tepki gelecektir tabi ama gençlerden ümitliyim ben.”
Kadıköylü olarak biliyorum. Kaybedenler Kulübü ile ilgili olarak ismi geçen kişilerin görünüşte herhangi bir şekilde “kaybeden” olduğunu düşündürecek bir durum yok ortada. Öyle olması da gerekmiyor belki. Bu yalnızca modla, hayatı algılayışla ilgili bir şey.
Nejat İşler’in de kaybetmekle gayet seviyeli bir ilişkisi var. Biraz doğuştan, biraz sonradan edindiği özellikleri, biraz da şansı sayesinde kolay kolay kaybetmeyecek bir yapıya sahip olmuş. Onu bir kaybeden olmaktan alıkoyan en önemli şey karakteri. Çok şey istemeyen birinin, kaybedeceği çok şey de olmaz.
“Benim hiçbir zaman çok şeye açlığım olmadı. Onun için dışarıdan gelen her şeye ihtiyacım yok. Seçiyorum aralarından. Oradan bir şey alıyorum, diğer yerden başka bir şey. Hepsine ihtiyacım yok çünkü. Çok aç olmadığım için saldırmıyorum bir şeye. Şimdiye kadar şanslıydım da, iyi gitti her şey.”
Bu kadar tokgözlü, elindekiyle yetinmesini bilen birinin hayalleri yok mu peki diye düşünmeden edemiyor insan. Soruyorum.
Hayallerim hep oldu. Hala var. Dünyayı gezmektir benim hayalim. Film çekerek de bunu yapıyorum zaten.
Sadece bu mu? Bu kadar mı?
Bu kadar. Başka ne olabilir ki…
Gezdiniz bitti dünya, sonra ne olacak?
Dünya gez gez bitmez ya. Koca dünya. Gezerim. Güzel kadınlarla tanışmak, güzel içkiler içmek, güzel insanlar tanımak… Güzel şeylere bakmak, seyretmek o kadar keyifli, o kadar güzel ki…Çünkü gideceğiz eninde sonunda, artık göremeyeceğimiz bir zaman olacak. Ölüp gideceğiz. Ben sadece o bilete çalışıyorum işte. Başka fotoğraflara bakmak için… Güzel bir kadına, güzel bir manzaraya bakmaktan daha güzel ne olabilir ki?
Vahşi Kapitalizm gerçeklerine ne kadar ters. Diğer insanların hırsları bitmiyor hiç. Her zaman daha fazla para, daha fazla güç için uğraşıp duruyorlar.
Saçma…
SORGU ODASI
Karşı cinsle ilk tanışma?
Sylvia Kristel’dır, abi. Karşı cins odur bizim için. Bizim jenerasyonun çoğu için odur. 13 ya da 14 yaşındaydım kendi kendime ilk cinsel deneyimimi yaşadığımda. Ertesi gün kalktım ve bir erkek olduğumu düşünmeye başaladım. Okulu kırıp Beyoğlu’na çıktım. 2-3 tane arka arkaya film gösterenler vardı onlardan birine oturdum.
O zaman var mıydı oyuncu olma niyeti?
Yok ya, o zaman hiç…
Karşı cinsle birebir ilişkiler ne zaman başladı?
Lisede. Her şeyi görerek öğreniyorsun ya o zaman. Birilerinin manitaları oluyor, ha iyi, bizim de olsun o zaman diyorsun. Bizim mahallenin kadınları çok güzeldi ve beni çok severlerdi, bir öyle başladı. Sonra Anadolu Lisesi’ni kazandım. Cağaloğlu Anadolu Lisesi’ni İstanbul Kız Lisesi’nin içine kurdular. Okula bir girdik 50 erkek 700 tane kız. Öyle devam etti hayatım boyunca, iki erkek bir sürü kız yine. Hep öyle gitti yani. Hala da atak değilimdir ben ama. Olamazsın da zaten. O da eski bir bilgi. Onlar da her şey işte.
Hala öyle mi gidiyor diyorsun?
Tabi. Dedem, kadınlara iyi davran dedi başka bir şey demedi.
Güzel nasihat. Uydun mu?
Çoğunlukla. Uyduğumu düşünüyorum ama… Bu cevabını benim verebileceğim bir soru değil.
İlk alkol içtiğin zamanı hatırlıyor musun?
Bana evde içirdilerdi. Ufakken. Ben böyle çok bilmiş falan bir tip olduğum için büyüklerin sohbetlerine dalardım devamlı. Atardım kafadan işte, Ecevit şöyle, Demirel böyle diye. Onlar da ciddi konuşmak istiyorlar, ben de yalan yanlış bildiklerimle konuşuyorum ama konuşmak da istiyorum bir yandan. Büyük adamım ya. Susayım diye içerirlerdi bana, ben de sızar giderdim. Sonra lisedeyken evlerde toplanıp toplanıp votkalı partiler başladı. Sonra ben epey uzun süre içmedim. Spor vardı hayatımda çünkü, lisanslı basketbol oynuyordum. Eyüp’te, Bayrampaşa’da… Okulda voleybol takımındaydım. Futbol hep vardı zaten.
Hayatta yaptığın en kötü şeyi düşün?
Her gün düşünürüm. Anlatamam ama. Birden fazla var, onu söyleyeyim. Bir tanesini söyleyeyim mesela. Ufakken dedemim emekli maaşıyla yaptırdığı bir evimiz vardı. Alt katta da komşularımız vardı. Yeni gelmişlerdi İstanbul’a herhalde. Çocuklar taşra çocuklarıydı. Almanya’dan teyzem bir tabanca getirmişti bana. Ben onun gerçek olduğunu söyleyip onları ağlatıtıyordum. Hüngür hüngür ağlıyorlardı. Etme abi, n’olur etme diye diye. Haftada bir gelir mesela aklıma bu.
Kötü bir şey mi olduğunu düşünüyorsun gerçekten bunun?
Kötü, abi. Çocuk olsan da kötü. Niye yapıyorsun ki böyle bir şeyi.
Anlatabilmek ister miydin diğerlerini de?
Şöyle söyleyeyim bir kaçını anlattım. Yazarken…
Rahatlama oldu mu, peki?
Çok. Ama yine de aklıma geliyor.
Şimdi de yaptığın en iyi şeyi düşün?
(Epey düşündükten sonra) Bu daha çok düşündürttü mesela bu.
(Bir süre daha bekledikten sonra) Gelmedi mi daha aklına?
Valla gelmedi ya. Ama yaptığım en iyi şey hayatta kalmak galiba ya.
Kastettiğim başkasına iyilikti..
Başkasına sormak lazım onu da, ben cevap veremem.
Oy verdin mi?
Verdim.
Verir misin hep? Oy?
Bazen gereksiz geliyor aslında. O günkü moduma bağlı. Plan yapmıyorum. Bu anayasal görevim, vermeliyim, 1 oy 1 oydur tribinde değilim. O gün bakıyorum ne durumdayım diye, ona göre. Ama çok değiştirmedim başından beri. Belli bir siyaset var oraya veriyorum.
En çok ne tür insandan nefret edersin?
Açgözlü.
En çok ne tür insandan hoşlanırsın?
Farkında olan adam. Bir de muhabbeti güzel olan. Farkındalık önemli ama.
NEJAT İŞLER, ÇOCUK NEJAT’I ANLATIYOR.
Top oynuyordum bol bol. Kitap okumaya okuldan önce başlamıştım. Ben bu çocuk bir şey olacak denilen türden bir çocuktum. Ümitliydiler benden hep. Dersler falan iyiydi. Dayılarım üniversitede okuyorlardı eve Gırgır giriyordu mesela. O Gırgırların peşindeydim hep. 70lerin sonuydu acayip acayip kitaplar girerdi eve. O zamanların çoğu üniversitelileri gibi dayılarım da solculuk yapıyorlardı. Yarı zamanlı solculuk yapılırken sen de bir şekilde etkileniyorsun onlardan mecburen. 5-6 yaşında emek-sermaye çelişkisi üstüne konuşmalar dinliyorsun. Sen de katılıyorsun bazen konuşmalara. Özeniyorsun bir yandan da Özendiğin şey de Pulitzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri’ni okumak. Delilikti aslında ama böyleydi yani. .
Dayılarımdan biri Beşiktaş’ta futbolcuydu, bizim kahramanımızdı o. Ben ona hep kızardım. Fenerbahçeliydi aslında ama Beşiktaş’ta oynuyor diye Beşiktaşlı oldu sonra. Aileyi de etkiledi, onlardan da Beşiktaşlı olanlar oldu. Ben kızdıydım ona döneklik etti diye.
Çok meşguldüler. Eşek gibi çalışıyorlardı. Babam fabrikada çalışıyordu vardiyalı. Pazar günleri görebiliyorduk bir tek. Annem de bir ara konfeksiyon işçiliği yaptı. 6 kişiydik biz. Dedem ve babanem de vardı evde. Hep çalıştı annem. Annemi uyurken hiç görmedim. Hala da görmem. Dedemle babaannem büyüttü beni daha çok, onların elindeydim.