Günümüz Türkiye sineması, yılda yüzü aşan film ve altmış milyonlara ulaşan izleyici sayılarına rağmen hâlâ bir ekol veya akım yaratmayı başarabilmiş değil. Bu sorun sinemamıza özgü değil, futbolumuzdan edebiyatımıza kadar birçok alanda benzer durumdayız. Sadece bugün değil, dün de böyleydik. Evet, star ve stüdyo odaklı sistemiyle 1920-30’ların Hollywood’unu andıran Yeşilçam’ı başlı başına bir ekol kabul edebiliriz ama tutarlı bir sanat anlayışından mahrum, ihraç edilebilir veya tekrarlanabilir yapıdan yoksun olması kendisini kastettiğimiz anlamdaki ekol ve akımlardan ayrı tutmamızı gerektiriyor. Birçok alanda kendini dev aynasında gören Türkiye’nin sineması, bırakın Yeni Gerçekçilik veya Yeni Dalga gibi akımlarla tüm dünyayı etkileyen İtalya ve Fransa’yı, her daim küçümsediği kapı komşuları Yunanistan ve Romanya kadar “bile” olamadı. Anlamlı, tutarlı ve bir bütün teşkil eden bir akımdan ve ekolden yoksun olduğumuzdan başka ülke sinemaları üzerinde pek bir etkimiz yok ama onlardan sıkça etkileniyor, bu eksikliğimizi oradan ödünç aldıklarımızla kapatmaya çalışıyoruz. Ülke sineması üzerinde etkilerini hissetmeye başladığımız akımlardan biri de son yirmi yılda sanat çevrelerinde iz bırakan Rumen Yeni Dalgası. Elimizde Albüm (2016), Anons (2018) ve son olarak Nasipse Adayız’dan oluşan, belki bir iki filmle daha genişletebilecek çok küçük bir örneklem grubu var. Sadece bu üç filme bakarak ülke sinemasına dair “büyük” sözler söylemenin bir esprisi yok, söylense bile kapsam ve yordam geçerliliği düşük olacak lâkin mevzubahis filmlerin bir takım tespitte bulunmaya imkân sunan dikkat çekici ortak noktaları var ki insan büyük resmi görme sevdasına hemencecik yenik düşüyor.
Biçimsel özellikleriyle ön plana çıkan ve Türkiye’de emsallerinden görsel yapılarıyla ayrışan bu filmlerden Albüm ve Nasipse Adayız Rumen, Anons Bulgar görüntü yönetmenine sahip. (“Bravo, Sherlock”) Her biri, sınırları iyi çizilmiş dünyalarının dışına çıkma pahasına, hikâyeyle doğrudan bağı olmayan ve alt metinleri somutlaştırma işlevi üstlenen bir prolog sahnesiyle açılıyor: Evlat edinme hikâyesi olan Albüm’ün bir ineğin döllenmesiyle, tek bir gecede ve karanlıklar içinde geçen Anons’un gündüz vakti, bembeyaz bir odada gerçekleşen işçi muayenesiyle ve yine tek günde geçen Nasipse Adayız’ın siyaset sahnesine çıkışı sembolize eden rüyamsı bir sahneyle açılması tuhaf bir ortak nokta. Hepsi politik ve bürokratik yön barındıran öyküye sahip ve ellerindeki malzemeyi, günlük hayatın içindeki mizahla harmanlayarak aktarıyorlar, -tıpkı Rumen Yeni Dalgası’nın önemli yönetmenlerinden Corneliu Porumboiu’nun filmlerinde olduğu gibi. Üçü de çekingen ve ortadaki heyulanın etrafından dolaşmaya çalışıyor. Yine Porumboiu üzerinden somutlaştırırsak, devrime katılmak için 12.08’den sonrasını, Çavuşesku’nun helikoptere binip kaçmasını bekler haldeler: Bürokrasi eleştirisi yapan Albüm, ülke tarihindeki en büyük bürokratik deformasyonun yaşandığı Yeni Türkiye’yi es geçerek Eski’sine gidiyor, Anons 15 Temmuz tüm sıcaklığını koruyorken, başarıya ulaşmış veya başarıya ulaşmasa bile ülke siyasetine yön vermiş darbeler varken Talat Aydemir’in başarısız darbe girişimini merkeze yerleştiriyor, Nasipse Adayız, yerli ve milli iktidarı es geçerek muhalefete odaklanıyor… Tarihi darbelerle dolu bir asker-milletin makûs talihini betimlemek veya AKP gibi bir iktidara karşı defalarca yenilgi alan muhalefete ayna tutmak değerli bir çaba, bunları yok saymıyor, değersizleştirmiyor ve tekil olarak herhangi birini suçlamıyorum ama yekûna bakınca oyunu kurarken muktedirden uzak kalmaya, risk almamaya ve güvenli hedefe taş atmaya özen gösterdikleri rahatlıkla söylenebilir.
Peki, tüm bunlara bakarak, bir avuç film bize ne söylüyor? Albüm’ü ilk izlediğimde Romanya’nın bizim için doğru model olmadığını düşünmüştüm çünkü Çavuşesku sonrasında bir anda komünizmden kapitalizme savrulan ülke, çok hızlı değişmiş ve birbirine taban tabana zıt iki sistem bir takım ikilikler, çatışmalar doğurmuştu. Rumen Yeni Dalgası’nın ana besini de o değişimden doğan çatışmalardı; filmlerdeki ağır tempo, uzun ve sabit planlar, kasvetli mekânlar hızla değişen ülkenin “bir mağaradan çıkıp diğerine girdiğini” işaret eden bir sembole dönüşüyor, günlük hayatın her tarafına sinmiş kara mizah da günün sonunda ayakta kalmak zorunda olan yorgun insanların tutunacak dalı oluyordu. Bir iki yıl sonra Anons’u izlediğimde -taklitten öteye geçemeyen Albüm’ün yerine daha başarılı bir filmin gelmesinin payını inkâr edemem- rol modelimizin aslında o kadar da yanlış olmadığını hissetmeye başladım. Nasipse Adayız’dan sonra ise kafamdaki tablo netleşti: Nasıl ki, yakın dönem Türkiye sinemasında geçit töreni yapan baba-oğul öyküleri, devlet babayla hesaplaşma amacıyla yola çıkan lâkin on sekiz yılın sonunda bizzat ceberut devlet babasına dönüşen iktidar gibi hep evlatların babanın kopyasına dönüşmesiyle sonuçlanıyorsa, laik devletin başına İslamcı iktidarın geçmesinden doğan çatışmaların izini İtirazım Var’ın (2014), Ahlat Ağacı’nın (2018), Kelebekler’in (2018) “kafası karışık” imam temsillerinde sürebiliyorsak, bu filmler de pekala Birinci Cumhuriyet’in yıkılıp yerine İkinci’sinin kurulduğu işaret ediyor olabilirler. İleride, 12.08’den sonra dönüp baktığımızda, Hitler’in ayak izlerini Alman Dışavurumcularda bulan tarihçiler gibi biz de daha anlamlı, kapsamlı ve geçerli tespitler yapmaya imkân tanıyan ipuçları bulacağız ama bizzat o dönemin içinden geçerken sinemamızın bilinç dışından taşanlara bakmanın da faydaları olacaktır.
Bu filmlerin bize neler söylediğini bir kenara bırakıp Nasipse Adayız hakkında bir şeyler söylemeye geçersek, bir ilk film olarak tatmin ettiğini ve standartlarımızın üstünde olduğunu ama -senarist, yazar ve oyuncu- Ercan Kesal’in vadettiği seviyenin çok altında kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Siyasetin en alt kademelerden biri olan aday adaylığını ele almak ve adaylık süreci yerine tek güne odaklanmak kâğıt üstünde güzel duran ama yaratıcısına ekstra yük bindiren seçimler çünkü alanı ne kadar daraltırsanız yaratıcılığa, basketbol tabiriyle ekstra şuta o kadar ihtiyaç duyarsınız. Maalesef Kesal, bu handikabı aşmasını sağlayacak yaratıcılığı bir türlü ortaya koyamamış. Kesal’in yazar olarak gözlem yeteneği üst düzey, film boyunca bunu görebiliyoruz lakin birçok sahne, Kesal’in ne kadar iyi bir gözlemci olduğunu göstermekten öte anlam taşımıyor. Ve bu sahneler, gerçek değil, gerçek hayatın -başarılı- imitasyonlarından ibaret. Bunun en önemli sebebi, ana karakter dışındaki herkesin birer tipleme olması. Mahalle başına birkaç tane düşen kanaat önderlerine ve partilerin başındaki liderlere bakınca bu tiplemelerin de tıpkı sahneler gibi gerçeği yansıttığını söyleyebiliriz lâkin filmlerin reel dünyadan bağımsız kendi gerçeklik yasaları olduğundan zaten kendi kendinin karikatürüne dönüşmüş tiplemeleri hiç dokunmadan hikâyeye taşımak faydadan çok zarar vermiş. Karakterler/Tiplemeler arası ilişkilerin zayıf olması çatışmaların ancak final bölümüne doğru kurulabilmesine ve kaza gibi hikâyede yeri olmayan dışsal tetikleyicilere ihtiyaç duyulmasına; senaryo matematiğinin iyi kurulamaması da filmin tansiyonunun düşük seyretmesine neden olmuş. Tüm bunları kurtarabilecek yegâne silah olan mizah da şaşırtıcı derecede yavan ve tatsız: “Bir Numara”nın defalarca isim, meslek, seçim bölgesi karıştırmasından, herkesin irili ufaklı ricalarda bulunmasından, yemek dağıtımı esnasında çıkan izdihamdan, pistte koşuşturan çocuklardan mizah çıkarmaya çalışmak Kesal gibi bir kalemden beklenmeyecek kadar basit hamleler. Yine de karşımızda derli toplu ve ne yaptığını bilen reji, tatmin edici ve belirgin hatlara sahip görsel dünya, politik açıdan incelemeye değer bir metin var. Bardağın dolu tarafına odaklanarak Kesal’in gelecek projeleri şimdiden heyecanlanabiliriz çünkü sinemamızın bu tarz denemelere çok ihtiyacı var.