Lütfen bu hafta da filmin mevzusuna uygun ve görkemli geçmişimle de mütenasip bir girizgah yapmamı beklemeyin benden.. Zira, o kadar da uçup coşarak, çocukluğumda yaşadığım Narnia benzeri bir maceradan bahsedecek ne cesaretim, ne de şevkim var bugün.. Şevkimi kırdılar a dostlar! Dünyanın en tesirli atmasyon silahımın, martavaldan mermilerini elimden alıp, Venedik kanallarına atıverdiler..
Oysa benim niyetimde, şu kısır haftanın diğer filmi Turist‘e takılıp; baş roldeki Angelina Jolie hanfendinin aşırı dolgun dudaklarından başlayarak -inebildiğim kadarıyla- aşağı tarafa doğru yönelmek vardı.. Brad Pitt‘in resmi izni, Johnny Depp‘in de rol icabı aradan çekilmesiyle müsait hale gelen Angelina‘yla Venedik’teki gönül eğlendirme eylemime engel olanın adı -sizlerin de hemen tahmin edebileceği gibi- Landlord idi..
Tersninja ekibinin büyük bi oranını temsil eden bir heyetle birlikte çıkılan Beşiktaş-Kadıköy hatlı deniz seferinde, kendisinin bana -editör şapkasıyla- verdiği görev emri Narnia Günlükleri oldu..
Bu kesin ve tartışılamaz emrin karşısında boynumu büktüm, kaşlarımın dış uçlarını merkez alarak diğer uçlarına yukarıya doğru kırk beş derecelik de bir açı verdim.. Normal bir insan evladını anında yumuşatabilecek bu pozumdan zerre etkilenmeyen Landlord‘un karşısında son kozumu oynayarak, alt dudağımı dahi -bi güzel- titrettiysem de hiç bir sonuç alamadım.. Medet ya efendiler!.
Banane mi dediniz? Buyrun o halde..
Kul Sıkışmazsa Aslan Yetişmezmiş
Serinin önceki iki bölümünde yaşça büyük olanların, yani Peter ve Susan’ın daha ağırlıklı rolleri paylaştığına tanık olduğumuz Pevensie kardeşlerden bu kez diğer iki küçük kardeş, Lucy (Georgie Henley) ve Edmund (Skandar Keynes)’un öncülüğündeki maceralar bizleri beklemekte sayın seyirciler..
Akrabalarının yanında yaşamak zorunda kalan Pevensie’ler, bu dünyadan Narnia evrenine -bu defa- deniz yoluyla dalarlarken; huysuzluğuyla sinir bozucu, hâl ve tavırlarıyla da gıcıklığın zirvesinde dolanan kuzenleri Eustace Clarence Scrubb (Will Poulter)’u da yanlarında götürürler..
Bu macera öncesinde, Eustace’ın da varlığıyla iyice çekilmez hâle gelmiş yaşantısından sıdkı sıyrılmış Edmund’u, o sıralarda dumanı yeni çıkmaya başlayan İkinci Dünya Savaşı’na gönüllü asker olarak katılmayı denerken görürüz..
Yaşı tutmadığından askerlik şubesinden geri çevrilen Edmund ve kız kardeşi Lucy, kuzenleriyle birlikte, evin içinden yol bulup da öyle bir maceraya katılırlar ki cümle dünya savaşlarına rahmet okutacak acayiplikteki tehlikeler, en katmerlisinden belalar, gayrı onları beklemektedir..
Evin duvarında asılı, dalgalı deniz tasvirli bir tablonun azgınlaşarak odaya taşmasıyla birlikte, Narnia alemine giriş yapmak, onlar için artık şıpın işidir..
Narnia’ya sulu bi şekilde varan kahramanlarımızı okyanustan alarak, gemisi Şafak Yıldızı’na konuk eden kişi, önceki bölümden arkadaşları olan eski prens, yeni kral Caspian (Ben Barnes)’dır..
Gemide, evrenin en cesur, en asil faresi olduğu şüphe götürmeyen, ayrıca da bu külliyatın -belki de- en sempatik yaratığı olan savaşçı faremiz Reepicheep de bulunduğuna göre, bu seferki büyük macera, yine ‘Tanrı’nın izni, Aslan’ın kavliyle’ başlamasın da ne yapsın!
Kral Caspian’ın görevi, kötü amcası tarafından sürgün edilmiş yedi Narnia Lordu’nun akıbetini, sayısız belalarla dolu olduğu mutlak olsa da bölge olarak kimselerin pek de bilmediği yerlerde soruşturmak; hiç olmazsa, lordlarla birlikte kaybolan ve Narnia’nın geleceği için ehemmiyeti büyük olan yedi ‘kutsal’ kılıcı bularak, Aslan’ın masasında bir araya getirmektir..
Zaten Lucy ve Edmund’un Narnia’ya avdet etmelerindeki maksat, bu önemli vazifenin muvaffakıyetle neticelendirilmesi içindir.. Onlar hep birlikte, ellerinden geleni fazlasıyla yapmaya -Tanrı’nın da inayetiyle- çalışacaklardır.. Olmadı, Hazreti Aslan, son merhalede dahi onların hemen arkalarındadır..
Şeytanın Gör Dediği
‘Yüzüklerin Efendisi‘ Tolkien‘in de arkadaşı olan Clive Staples Lewis (1898-1963)’in ellilerde yayınlanmış yedi kitaplık eseri Narnia Günlükleri‘yle sinemada ilk, Narnia Günlükleri: Aslan, Cadı ve Dolap (The Chronicles of Narnia: The Lion, The Witch and The Wardrobe, 2005) ile tanışmıştık..
Bir nevi İsa Mesih muamelesi yapılan ‘Aslan’ adında haşmetli bir aslanın kahramanlarının arasında yer alması ve bizim pek de değerini bilmediğimiz Türk lokumuna fazlasıyla itibar gösterilmesi doğrusu gönlümü okşamış; dolayısıyla da -daha başlangıçta- bu seriye sempatiyle yaklaşmamı sağlamıştı..
İkinci film Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan (The Chronicles of Narnia: Prince Caspian, 2008) ise özellikle kahramanları üzerinden ‘bireysel özgürlük’ anlayışına ağırlık vererek, genel hikayesini geliştirmişti..
Narnia Günlükleri‘ni diğer benzerlerinden, misal Yüzüklerin Efendisi‘nden ayıran en önemli fark, fantastik evrenini geçici bir süreliğine devreye sokan ve bu olağanüstü serüvene kattığı kahramanlarını -amaç gerçekleştiğinde- ‘gerçek’ dünyalarına aynen geri postalayan bir hikaye kurgusuna sahip olmasıdır..
Yaşattığı bu olağanüstü deneyimi sadece çocuklara bahşeden bir tavır içinde olması da ayrıca ilginç tabii.. Eser bu tavrıyla, onların henüz kirlenmemiş, saf benliklerine dikkat çekiyor olmalı..
Lakin, hayal dünyaları etkilenmeye ve alabildiğine uçmaya meyilli çocukların, kandırılmaya da gayet müsait oldukları gerçeğini de arkadaşım Şeytan, o gayet mütebessim çehresiyle özüme hatırlatıyor, öte yandan..
Filmin, öncekilerde de hissedilen ama pek rahatsız etmeyen, yalnız bu defa daha açık bi şekilde din (Hıristiyanlık) göndermesi yapan ‘misyonerce’ üslubuna bakarsak, hitap ettiği çocuklardan muradının, iman etmeye ya da mümin olmaya hazır ‘temiz’ insanlar olduğunu fark etmek pek de zor olmasa gerek..
Bu teze uyanan seyircinin de gözünden kaçmayacağı üzre, Şafak Yıldızının Yolculuğu filmi, bize aslında, her ne kadar zaafları olsa da zaten Allah yolunda birer savaşçı olan Lucy ile Edmund’u değil, onları hep ‘hayalperest’ olmakla suçlayan, ‘müspet bilimler taraftarı’ pozisyonundaki kuzen Eustace’ı vurgular.. Onun bir takım ilahi imtihanlardan geçerek, neticede imana gelip gelmeyeceğidir, mühim olan..
Bu nevi, açık ama asla kabalaşmayan ‘misyoner vaazı’ üslubuna kafayı fazla takmayarak bakacak olursak, karşımızda yine rahatlıkla ve zevkle izlenen bir yapım var.. Kardeşliğin ve dostluğun yüceltildiği, iyi ile kötünün o kadim mücadelesini -bir kez daha- serüven hissiyatıyla yoğurmuş bu filme -teknik açıdan- tek itirazım yönetimine olacak..
Her türlü ‘film icabı’ yapaylıklara karşın, insan sıcaklığını ve ‘incelikli-şakacı’ üslubunu her sahnesine yedirdiğine tanıklık ettiğimiz ilk iki filmin yönetmeni Andrew Adamson’dan neden vazgeçilmiş bilemiyorum ama; bu filmi yöneten ’emektâr’ Michael Apted‘ın ‘mesafeli’ üslubu, bana, özellikle ‘yeni’ seyirciyi hikayenin içine sokabilme hususunda problem çıkartabileceğini hissettiriyor.. Ayrıca bu tür filmlerin olmazsa olmazı ‘aksiyonlu sahne’ kalitesinin daha önceki bölümlerin seviyesine -3D’nin yardımıyla bile- ulaşamadığı da başka bir gerçek..