BİZİ TAKİP ET...

Sitede ara...

Adorno, Müzik ve Yabancılaşma kitabında yaşadığı yüzyılın müziği üzerine yorum yaparken şu soruyu sorar: “Müzik denen bir olgu ya da bir yorum varsa, peki o zaman bu hayatın neresinde?” Sinema Tarihinde eşsiz film müziklerine imza atmış Ennio Morricone bu soruyu değiştirerek konuşmaya başlamak daha doğru olabilir…

Bana Onun Portre-sini Getirin

Müziğin Sineması: Ennio Morricone

Adorno, Müzik ve Yabancılaşma kitabında yaşadığı yüzyılın müziği üzerine yorum yaparken şu soruyu sorar: “Müzik denen bir olgu ya da bir yorum varsa, peki o zaman bu hayatın neresinde?” Sinema Tarihinde eşsiz film müziklerine imza atmış Ennio Morricone bu soruyu değiştirerek konuşmaya başlamak daha doğru olabilir…

90’lı yılların ikinci yarından itibaren modern hayat birey’e oyun oynayabileceği birçok estetik alan olanakları sunmaya başlamıştı: Edebiyat, mimari, resim, heykel, müzik gibi… Bu estetik alan Jean Baudrillard’a göre ‘nesneler dünyasından kopuş’un büyük habercisiydi. Çünkü sanat eserinin etkisi, benzersizliği, onun sonsuz sürede sürekli ve yeniden üreteceğimiz, bir benzersizlik yapısı üzerine kurulmuştu. Müzik bu estetik alan’ın imkân ve sınırlarını en fazla zorlayan bir yapı oldu.

Ertekin Akpınar

Adorno, Müzik ve Yabancılaşma kitabında yaşadığı yüzyılın müziği üzerine yorum yaparken şu soruyu sorar: “Müzik denen bir olgu ya da bir yorum varsa, peki o zaman bu hayatın neresinde?” Sinema Tarihinde eşsiz film müziklerine imza atmış Ennio Morricone bu soruyu değiştirerek konuşmaya başlamak daha doğru olabilir…

“Bu Hayatın Müziği Nerede?”

Valerio Zurlini’nin yönettiği, Tatar Çölü (1976) filminin müziklerini bitirdiği sıralarda bir İtalyan gazeteci yukarıdaki soruyu Ennio Morricone’ye bir konser öncesindeki basın toplantısında sormuştu. Morricone bu sorunun yanıtını kısaca verdi: “Belki şarkılarım bu sorunun yanıtı bulabilir.” Şüphesiz kısa, net ve üzerine çok konuşulması gereken bir önermeydi bu. Morricone, besbelli bilinmeyenden bilinene doğru gitmek istiyordu. Notalarıyla konuşuyordu ve bu hayatta, bilinen notalarla olağanüstü duygular yaratıyordu. Onun notaları, sanki sihirli bir dokunuşla bambaşka bir duygu dünyasına dönüşüyordu.

Bir gün, birkaç öğrencisiyle beraber Sergio Leone’nin Bir Zamanlar Amerika (1984) filmini beraber izlediklerinde, en çok tartıştığı yönetmenlerden birinin Leone olduğu itiraf eder. Ve onlara, “Sergio bana bir filme notalarla değil, duygularla bakmamı sağladı.” itirafında bulunduktan sonra şöyle devam eder; “Yaşadığımız hayatta, her duygunun, her düşüncenin bir benzeri olabilir. Fakat her sanat eseri eşsiz, benzersizdir. Bir aşk duygusunun mutlaka bir benzeri vardır ama bir aşk şarkısının mutlaka bir benzeri yoktur.”

Morricone’nin yaptığı film müziklerinin bütününe baktığımızda onların notalarla değil, duygularla yazılmış olduğunu hissederiz. Hatta izlediğimiz bir filmin jeneriğini görmeden filmde onun ezgisi olup olmadığını anlarız. Adorno’nun deyişiyle bu durum, “Üslubun şahsi olmasıdır.”

Sinema Tarihi’nde Morriconne’yi Nereye Koymalıyız?

Sadece Sergio Leone filmlerine bakarak bile bu soruyu yanıtlamak mümkün. İzleyenler Bir Zamanlar Amerika filminin o olağanüstü sahnesini hatırlayacaktır: Dört küçük çocuk (ki bunlar geleceğin Bugsy Siegl’ları, Lucy Luciano’ları, Frank Castelle’loları ve Al Capone’larıdır), parke taşlı bir yolda şakalaşarak yürür. En küçükleri biraz öndedir ve büyükçe bir tünele girmek üzeredir. Küçük çocuk tünele girdiğinde, Dutz Shultz’u (Sarı Fare) görür. Ve geriye dönüp koşmaya başlar. Diğerlerine bağırır, “Kaçın!”. Morricone’nin müziği tam bu esnada başlar. Sinema Tarihi’nin en güzel sahnesi ile karşı karşıya kalırız. Yönetmen Leone, bu sahnenin güçlü olması için sahnenin kurgusunu müziğe göre yapar. Ve sahneyi slow-mosion çeker. Dutz silahını çekip en geride kalan küçük çocuğu sırtından vurur. Büyük bir şaşkınlık yaşanır. En yakınındaki arkadaşı, tutup onu tahta bir arabanın altına doğru çekerken, “Ne oldu?” diye sorar. Sırtından vurulan çocuk ölmek üzeredir ve ağzından şu cümleler dökülür, “Ayağım kaydı!”

Çoğu zaman sahne değiştiğinde müziğin de değiştiğini görürüz. Ama müziğin kendi içindeki gelişim çizgisi, bütün bir film boyunca iç ritmini sürekli artırarak devam eder. Yine Leone’nin, İyi Kötü Çirkin (1966) filmindeki üç bölüme (İyi’nin, Kötü’nün ve Çirkin’nin) müziklerine baktığımızda müziğin vurgusu, bu üç kahramanın kendi eylemlerinde saklıdır. Leone’nin western filmlerine getirdiği kendine özgü bakış açısı, Morricone’nin müzikleriyle daha da derinleşir.

Bir Zamanlar Batıda (1968) filminin başında tren istasyonunda gelecek treni bekleyen üç adam, müziğin hiç olmadığı bu sahnede müthiş bir gerilim yaratırlar. Bu gerilim trenin gelip durmasıyla sona erer. Görünürde hiç kimse gelmemiştir. Tren gider ve öbür taraftan, Armonikalı Adam (Charles Bronson) ağzındaki armonikayı çalarak çıkar. Hem görsel olarak, hem kurgu olarak, hem de müziğin kullanımı olarak müthiş bir sahnedir bu. Kısacası, Leone’nin filmleri için Morricone’nin olağanüstü büyüleyici bir tarafı vardır. Müzik sürekli yükselen bir grafik gibidir. Müziğin patlama noktası neredeyse hiç yok gibidir. İyi, Kötü, Çirkin ve Bir Zamanlar Batıda filmlerinde olduğu gibi görkemli düello sahnelerinde müziğin ritmi gergin olduğu kadar da vurucudur. Leone’nin filmlerini Sinema Tarihi’de nereye koyuyorsak, Morricone’yi de film müzikleri alanı da kanımca oraya koymalıyız.

Zamana Yenilmeyen Ezgiler

Morricone kendi deyimiyle müziğini yapabilmek için en çok zorlandığı film: Pier Paola Pasoli’ninin Hindistan belgeseli gelir. Pasolini, bu belgeseli çok zor koşullarda ve gizlice çekmiştir. 16mm kamerayla siyah-beyaz çekilen bu film, açlığın, yoksulluğun ve sefaletin Hindistan’ını anlatır. Belgeselin neredeyse tamamı sözsüzdür. Başından, sonuna kadar, Morricone’nin hüzünlü bir müziği vardır. Kanımca Pasolini’nin insanı paramparça eden resimlerine belki de hiçbir müzik bu kadar güzel eşlik edemezdi. Morricone, burada sahne parçalarının değil, filmin bütününün müziğini çıkarmaya çalışır. Belgesel film çok sert bir gerçekliğin ortasındadır: Açlık ve yoksulluktan kemikleri çıkan bir kadın duvar köşesine sinmiş kameraya öylece bakarken, biraz ötesine bir akbaba gelir ve onun etrafında dönmeye başlar. Pasolini bu sahneyi nasıl çekti bilmiyorum ama, Morricone’nin müziğiyle bu sahneyi izlemek, tek kelimeyle insanı paramparça etmeye yetiyor. Bir diğer sahnede Pasolini kamerasını ölmek üzere olan bir adamın gözlerine doğru tutar. Donup kalırsınız o an. O gerçeklik karşısında Morricone kendi müziğini hissettirmez çünkü müziğini sadece o gerçekliğe hizmet edecek trajik bir olguya dönüşmüştür.

Zihnimizin arka odalarına yer etmiş şu sahneleri bir hatırlayalım: Giuliano Montaldo’nun, Sacco ile Vanzetti’sinde (1971) iki kahramanın hapishane de idamlarını beklerken dışarıdaki binlerce insanın bir şeyler yapmak için çırpınmasını; Guiseppe Tarnotere’nin Cennet Sineması’da (1988) yıllar sonra film makinisti ustasının kendisine verdiği film bobinini bir sinemada yalnız başına izlerken ağlayan adamı, Roman Polanski’nin, Çılgın (1988) filminde karısını kaybeden bilim adamının arayışlarının trajediye dönüşmesini, Sergio Leone’nin, Bir Zamanlar Batıda filminde trenle gelen Armonikalı Adam’ın bitmeyen öfkesini, Brian De Palma’nın, Savaş Günahları’nda (1989) Amerikalı komutanın tutkuyla bağlandığı bir Vietnamlı kadının, kendi askerleri tarafından tren raylarının üzerinde kurşunlanarak ölmesini…

Ennio Morricone birçok filme yaptığı müziğine, hayatın bütün renklerini sığdırıyor. O’nun müziği sanki amansız yolculuğuna dil’in ve kalbin sonsuz ezgisiyle devam ediyor.

Sergio Leone bir söyleşisinde izleyicilerden biri, “en çok filmlerindeki Morriconne’nin müziklerini sevdiğini” söylediğinde Leone, “İşte ben de tam olarak o müziğin sineması yapıyorum” diye yanıt verir…

İlginizi çekebilir...

Advertisement

tersninja.com (2008-2022)

  • Bizi takip et