Popüler müzik tarihinin nevi şahsına münhasır isimlerinden İngiliz şarkıcı/söz yazarı Morrissey‘in otobiyografisi 17 Ekim günü Penguin etiketiyle yayınlandı. The Smiths grubunda başlayan müzik kariyerine solo albümleriyle devam eden sanatçının hayat hikayesi, anlatmak için bir zamanlar özür dilercesine rica ettiği beş saniyeden fazlasını talep ediyor sizden.
Yaklaşık otuz yıldır şarkılarında hayatının ne kadar sıkıcı olduğunu söylemesine rağmen, sıkıcı derecede sansasyonel (ya da sansasyonel derecede sıkıcı) olmayı gönülsüzce başaran Morrissey’in otobiyografisinin yayınlanacağına dair ilk haberler epey infial yaratmıştı. Penguin Yayınevi, kitabın Dickens, Tolstoy ve Proust gibi yazarların eserlerinin yayınlandığı Classics serisinden çıkmasını isteyen Morrissey’in teklifini kabul ederek tanıtımlarında “yazım aşamasındayken klasikleşmiş” ifadesini kullandı. “Nasıl klasik olunur? Okunmamış kitaptan klasik olur mu?” tartışmaları süredursun, edebiyat eleştirmenleri de Morrissey’in hasımları arasındaki yerini böylece almış oldu. Ama Morrissey’e sorarsanız, başına ne geldiyse hep kötü talihten ve iyi niyetinden geldi.
Ömrünün kayda değer oranda bir bölümünü The Smiths ve Morrissey şarkıları dinleyerek geçiren ve Moz amcanın sözlerinde kendininkine benzer bir hayatın izlerini görenler, hiç şüphesiz bu sözleri yaratan yaşamın neye benzediğini ve nasıl şekillendiğini öğrenmek isteyecektir. Kitapta, Morrissey’in çocukluğundan The Smiths macerasının başlangıcına kadar süren zaman dilimini anlatan ilk bölüm, bu konuda sanatçının takipçilerinin yanı sıra anlatım yetkinliği sayesinde genel edebiyat okuyucusunun da ilgisini çekebilecek nitelikte. Manchester’ın yoksul ve karanlık sokaklarında başlayan kitap, Morrissey’in çocukluğunu geçirdiği geniş ailesinin üyelerinin ayrıntılı ve çoğu zaman hüzünlü portreleri, evhamlı yakın ‘kaza’ deneyimleri ve hayatın kötü bir hatadan ibaret olduğuna karar verip on yedi yaşında kendini ölü ilan etmesine neden olan (ne ilginç bir tesadüftür ki, bundan sonra ölümün etrafında kol gezdiğini düşündürecek denli fazla sayıda talihsiz olaydan söz ediyor Morrissey) uzun ve travmatik okul yaşamından sahnelerle devam ediyor. Morrissey’i yıllarca böyle bildiğiniz (Mesut Bahtiyar?) Morrissey yapan her şeye burada rastlıyoruz. Dışarıda insan türüyle ilk yakınlaşmalar (mümkün olduğu ölçüde), televizyonda Top Of The Pops ve Eurovision Şarkı Yarışması, 40’lardan 60’lara irili ufaklı suçlarla başı derde girmiş gençleri konu alan işçi sınıfı filmleri (Oliver Twist, London Belongs To Me, Sapphire), ilk gençlik isyanının müzikal temsilcileri David Bowie, Jobriath, New York Dolls ve son olarak edebiyatta karanlıktan seslenenler kadrosunda Patrick Kavanagh, A.E. Housman gibi şairlerin yanında (tartışmasız) Oscar Wilde…
Yaşıtları ekmeğinin peşinde koşarken, saat 9-5 kahramanlığını hor gören ama içten içe bir baltaya sap olamama ihtimalinden de endişe duyan Morrissey, The Smiths‘le birlikte pop yıldızlığı mesleğine adımını atıyor. Fakat ünlü olmanın da ezen ya da ezilen tarafta yer almak zorunda bırakılmak gibi bilinen kapitalist emek/sermaye kurallarına tabi başka bir iş olduğunu farkedemiyor (İncil’in “tek bir söz olmuş dünya” söylemini yalnızca pop şarkıcılarının başarabileceğini söylüyor bir yerde). “Kan kustum, kızılcık şerbeti içtim dedim” minvalindeki hayat muhasebesinde işin muhasebe kısmına kendini hayli kaptırmış bir halde buluyoruz Morrissey’i: top listelerde edinilen başarılar, hangi konsere kaç kişinin katıldığı, hain plak şirketlerinin sözleşme oyunlarından kaynaklanan zararlar ve arkadan bıçaklayan sözde dostlara kaptırılan paralar… The Smiths’in gelirlerinden eşit pay isteyen grup üyesi Mike Joyce‘un açtığı davanın anlatıldığı bölüm, yargılama süreci ve kararın mali sonuçlarıyla birlikte neredeyse The Smiths günlerine ayrılanla aynı uzunluğa sahip. Zat-ı muhterem şöhretin insan zihnine fena oyunlar oynayabileceğini söylememiş miydi Frankly Mr. Shankly şarkısında? En azından insanı takıntılı hale getirdiği ortada. Ve yine aynı şarkıda, Morrissey’in haklı ya da kutsal olmaktansa ünlü olmayı tercih etmesi boşuna değil. Piyasaya sürüldüğü hafta satış rekorları kıran bir kitapta, tepesinin tası atınca sözel intikam komandosuna dönüşen birinin karşısında olmak istemezsiniz. Bu onura erişenler sıralamasında Morrissey’in ezeli kanlıları kraliyet ailesi, politikacılar, İngiliz medyası, Mike Joyce davasında göze görünen herkes ve hayvan katilleri zirvede yer alıyor.
Ünlü otobiyografilerinin (ünsüz otobiyografisi?) pek çok okuyucu için en çekici yanlarından biri de ünlü karşılaşmalarıdır. Ünlü karşılaşmasını, bir ünlünün sahip olduğu ün sayesinde başka ünlülerle tanışarak o kişilerin gündelik yaşamına dair magazinel açıdan ilginç, insanlık açısından gereksiz bilgileri okuyucuyla paylaşması şeklinde tanımlayabiliriz. Kitapta Morrissey’in münzevi görünümlü yaşantısına uygun ünlü karşılaşmaları mevcut. James Baldwin‘i bir otel lobisinde tek başına otururken görüyor örneğin. Paris’te Eric Cantona‘yla göz göze geldiğinde gülümsemesine rağmen, Cantona kafasını çeviriyor. Mick Jagger‘la sahne arkasında tokalaşıyorlar (Yazarın kitapta seks, uyuşturucu ve rock’n’roll üçgenine en çok yaklaştığı an).
Uzak geçmişte yaşananları kaleme alırken üzerinde zaman harcandığı, titizlenildiği belli olan öykücü anlatısal yapı, günümüze yaklaştıkça olayların sıcaklığı içinde tutulmuş anlık notların telaşla arka arkaya dizildiği bir günlük havasına bürünüyor. Bu durum, özellikle turne zamanlarında uğranılan durakları anlatan bölümlerde baskın olarak hissediliyor. Laf aramızda Morrissey’in 2006 yılındaki ilk İstanbul ziyareti de es geçilmemiş. Seyircinin ilgisinden son derece memnun kalan Morrissey, kente dair ilginç tespitlerde bulunuyor: “İstanbul, aklınıza gelebilecek her telden çalıyor. Tümü erkeklerden oluşan müezzinlerin okuduğu ve şehrin dört yanındaki çatılardan duyulan akşam ezanıyla birlikte tamamı boşalan sokaklarda, farkedilir derecede az kadın var. Vaiz ve gühahkar samimiyetle yapıyor işini. Pelikanlar körfezde toplanıyor…”
Morrissey kendini elli iki yaşında küçük bir oğlan çocuğu olarak tanımlarken yüzünü duygusal olarak ulaşılmaz bir muğlaklığa dönerek öyküsünü sonlandırıyor. İnsanın aklına tuhaf bir düşünce takılıyor doğrusu. Bu muğlaklık sayesinde Morrissey kendi hayatıyla “Dorian Gray’in Portresi”ni mi yazmaya çalıştı? Her zaman küçük bir oğlan çocuğu olarak kalmasını ve sürekli sevilmesini sağlayacak o nedensiz reddediş ve kendini ifade etmekten kaçınan duygusal (ve fiziksel) memnuniyetsizlik…
Morrissey
Penguin Classics
2013, 480 Sayfa