“Levi bir tanığın, Auschwitz’in son ‘özel ekibinin’ hayatta kalan çok az sayıdaki üyesinden biri olan Miklos Nyszli’nin bir ‘iş’ molası sırasında SS’lerle Sonderkommando temsilcileri arasında yapılan bir futbol maçına katıldığını anlatışını hatırlar. ‘Başka SS’lerle ekibin kalanları da maçtadır; taraf tutar, bahse girer, oyuncuları alkışlar, yüreklendirirler, sanki maç cehennem kapısında değil de bir köy çadırında oynanıyormuş gibi…’ (Levi 1989: 55; [1996:45]).
Bu futbol maçı kimilerine sonsuz bir dehşetin ortasında verilen kısa bir insanlık molası gibi gelebilir. Ama ben, tıpkı tanıklar gibi, bu futbol maçını, bu normallik anını kampın asıl dehşeti olarak görüyorum. Soykırımların artık bittiğini düşünebiliriz belki –her ne kadar orada burada, bizden çok da uzak olmayan yerlerde yaşanıyor olsalar da hala. Ama o maç hiç bitmez; kesintiye uğramadan sürer gider. Zaman tanımayan ve her yerde var olan ‘gri bölge’nin kusursuz ve ezeli damgasıdır. Kurtulanların büyük acısı ve utancı bu yüzdendir… Bizim utancımız da bu yüzdendir; kampları bilmeyenlerin, yine de nasıl olduğunu bilmeden, stadyumlardaki her maçta, her televizyon yayınında, gündelik hayatın normalliği içinde kendini tekrarlayan bu maçın seyircisi olanların utancı. Bu anlamayı ve durdurmayı başaramazsak asla umut olmayacaktır.”
(Agamben, Giorgio / Tanık ve Arşiv – Auschwitz’den
Artakalanlar / Dipnot Yayınları / Sayfa 26-27)
Agamben’in betimlediği bu sahneyle sona eriyor Jodie Foster’ın “Money Monster”ı. Canlı yayına, yani milyonların tanıklık edebildiği bir duruma yapılan bir müdahaleyle başlıyor film. Program, sunucu Lee Gates (George Clooney) rehin alınıyor, yaşanan bu krizi hemen bitişik odadaki Patty Fenn (Julia Roberts) olayı mikrofonun ardından kontrol almaya çalışıyor ve bütün bunlar olurken eylemci Kyle Budwell’in (Jack O’Connell) milyon dolarlık sorunun cevabını istiyor: O paralara ne oldu?
Film boyunca herkesin öyle veya böyle bildiği bir düzenin işleyişi anlatılıyor. Paranın nasıl döndürüldüğü, nasıl kaybolduğu, herkesin battığı bir olayda şirket sahibinin nasıl karlı çıktığı… Fakat bu alışıldık hikayeyi farklı kılan bir detay var, o da Foster’ın üzerine fazlasıyla düştüğü tanıklık meselesi. Yaşananların canlı yayında başlamasının bariz bir sebebi var, o da dünyanın dikkatini çekmek. Kulaktan kulağa yayılmasını, gazetelerde başlıklarla sınırlı kalması yerine aynı anda herkese, tüm dünyaya seslenebilme imkanı. Bu yakarış herkesin “bire bir” tanıklık edebilmesi, olaylar yaşandığı sırada orada olabilmesi bu eylemi daha da cazip kılıyor. Bu andan itibaren de Foster kameranın görevini vurguluyor.
Filmin asıl finali olan futbol sahnesi/anı Agamben’in toplama kampı gerçekleri ve tanıklıkla kurduğu ilişkiye bir göndermede bulunuyor. Yalnızca yaklaşık 100 dakikalık bu sürece, bu canlı yayın aracılığıyla yaşananlara tanıklık edenler üzerinden yıllardır çevrilen oyunlara onca filme, onca kitaba, onca makaleye, onca habere ve onca programa rağmen dur demeyenlere, kendinin de içinde bulunduğu bütün dünyaya sesleniyor. Toplama kamplarında yaşanan o mental ve fiziksel acıların bir benzerini farkında bile olmaksızın her gün yaşayan dünya insanlarına ve bilinçlendirme çalışmalarına kulak asmayanları, paranın etrafında yaşanan acıları görmezden gelen bu insanlara (bizlere) “Artık yeter!” diye haykırıyor. II. Dünya Savaşı yıllarında mümkün olmayanı mümkün kılan ve gerçekleri yaşandığı anda gözler önüne sermeyi mümkün kılan bu lütfu kabul etmeyi reddeden insanlığa ikinci bir şans sunuyor.
Lenny’nin kamerasını Auschwitz’e çevrilen gözlerle bağdaştırıyor Foster. Son sahnede de insanlık molası olarak nitelendirilen Auschwitz’teki futbol sahasını da filmde, gündelik hayata ara verilen yerden biri olarak işaret ediyor. Ancak şimdi geçmişte kaldığı anda gündelik hayat kaldığı yerden devam ediyor ve insanlar bu küçük arayı unutuveriyor. Ancak Foster’ın kamerası, yani tanıklık edene tanıklık edenin, ikinci şansını kullanmakta olan bizlerin tanıklığı kaldığı yerden devam ediyor ve birkaç saniyelik bu kısa sürede Foster bizlere insanların tereddüt bile etmeden gündelik hayata döndüğü gerçeğini göstermeyi ve yapılmayanın farkındalığına varma imkanı sunmayı tercih ediyor. Lenny’nin kamerasını bırakırken kamerayı biz izleyiciye çevirme klişesine başvurmuyor; aksine bunu “Biz, yani tanıklar bu yaşananlara sırtımızı döndük, gözlerimizi yumduk; ancak siz bizim sırtımızı döndüğümüzü görüp, bizim yaptığımızı yapmayın.” söylemine çevirerek filmin vurgusuna ve tanıklık meselesine dikkat çekiyor.
Jodie Foster’ın “Money Monster”ı benim gözümde bir başyapıt. Yalnız birçok isme yaptığı göndermeleriyle değil, Agamben’in söylemlerini ve farkında olmaksızın sürdüğümüz utancımızı bugünden örneklendirmesi ve ince detaylarıyla gayet değerli bir yapım. Öyle ki “Son of Saul”un (Saul Fia) üzerine oldukça fazlasını koymasıyla onun iki üç tık da üzerinde. Tekrar tekrar izlenip her bir detayının yeniden incelenmesi gereken, benim de kaçırdıklarımı görmek adına yeniden izleyeceğim muhteşem bir film. Senaryosu, birkaç mantıksızlığı, filmin kendi sonu elbette kusurlu; ancak satır aralarına gizlenen söylemleriyle çok değerli bir iş. Biraz Agamben okuyunca çok ilginç yönlere kayıyor, özellikle “Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar”ın okunmasını şiddetle tavsiye ederim.