1967 yılının, Yeni Hollywood Sineması‘na giden yolda en önemli duraklardan biri olduğu söylenebilir. Bu dönemde birbiri ardına gösterime giren filmler, Soğuk Savaş‘ın dondurucu iklimine hapsolan ana akım sinema adına yeni bir başlangıca işaret etmekte ve “başka türlü bir şey” isteyen yeni kuşakların şarkısına eşlik etmektedir. Arizona Apaçileri tarafından kaçırılıp onlar tarafından yetiştirilen John Russell’ın uygarlıkla sınavı (“Hombre”, Martin Ritt), Yeni Dalga‘dan kopup gelmiş Freudyen bakışlı suç öyküsü “Bonnie ve Clyde” (Arthur Penn), önceki on yılın asi gençlerine pek de benzemeyen ve öfkesini sistemin gözlerinin içine bakarak ifade eden “Cool Hand Luke” (Stuart Rosenberg), ırk ayrımcılığını dert edinen “liberal” çıkışlar (Guess Who’s Coming to Dinner, Stanley Kramer) aynı yıl içinde sinema salonlarına arz-ı endam ederler.
Televizyonun hemen her Amerikan ailesinin evine girmesiyle “yılana sarılan” ve bir grup genç sinemacıdan medet uman yapımcıların, Stüdyo Sistemi’nin yıkılmasının ardından, aykırı yönetmenlere alan açmaktan başka şansı kalmamıştır. Tohumlarının en çok Tennessee Williams ve Actors Studio ile atıldığını söyleyebileceğimiz yeni dönemin dikkate değer yönetmenlerinden biri de Mike Nichols‘tur.
Edward Albee’nin oyunundan uyarladığı ilk filmiyle dikkatleri üzerine çeken Nichols; yaşamı hayal kırıklıklarıyla dolu profesör George ile onun alkolik ve rahatsız edici karısı Martha’nın kabus dolu evliliklerini masaya yatırdığı “Who’s Afraid of Virginia Woolf” ile (1966) dönemin sansürcü anlayışına kafa tutar. Yönetmenin asıl başarısı ise yine 1967 yılında gösterime giren “The Graduate” ile gelir.
Geleneksel kalıplarını kırma yolundaki Hollywood adına önemli bir yolayrımına işaret eden (bizde ‘tuhaf’ bir isimle, “Aşk Mevsimi” olarak gösterime giren) film, üniversiteden henüz mezun olmuş toy bir genç olan Benjamin Braddock’un öyküsünü anlatmaktadır. Mezuniyeti onuruna verilen bir partide babasının iş arkadaşlarından birinin karısı olan bayan Robinson’la karşılaşan kahramanımız, kendisinden yaşça büyük olan kadının ilişki teklifine çekinerek de olsa karşılık verir. Cinselliğe dayalı arkadaşlıkları olağan biçimde sürerken sahneye çıkan Robinson’un güzel kızı ortalığı karıştıracak ve Braddock’un aklını çelecektir.
Charles Webb’in romanından uyarlanan film, Nichols’e En İyi Yönetmen Oscar’ı kazandırırken, ilerleyen yıllarda Hollywood’un en önemli aktörleri arasında yer alacak Hoffman’a da ilk büyük performansını sunma olanağı vermiştir.
Dönemin ruhunu çok iyi yakalayan ve 68 rüzgarına karışan “The Graduate“in ardından gelen ve Robert Altman‘ın “M.A.S.H.“iyle paralel düşünülebilecek 1970 yapımı “Catch-22“, günümüzde yeniden keşfedilse de, o dönemde pek ses getirmez. Tıpkı, sonradan “Closer“ın öncülü olarak nitelendirilecek revizyonist “Carnal Knowledge” gibi. Erkekler arasındaki rekabete kadın merkezi bir duyarlılıkla yaklaşan filmin ardından gelen birkaç ortalama yapım sayılmazsa 15 yıl sessizliğe bürünen Nichols’un geri dönüşü, 1988 tarihli “Working Girl” ile gerçekleşir. Bu modern güldürü, iş dünyasında yukarılara tırmanmaya çalışan Tess McGill adlı bir kızın öyküsünü konu alır. New York borsasında çalışan ve hırslı olmasına karşın aradığı fırsatı bir türlü bulamayan genç kadın, patronu Katharine’in kayak yaparken ayağını kırmasıyla büyük bir şans yakalar. Kadının yokluğundan yararlanarak borsa simsarı Jack Trainer’la büyük işlere girişecek ancak patronunun dönüşüyle zor anlar yaşayacaktır.
Bir yanıyla 40’ların mizah anlayışına yaslanan film, diğer taraftan da çalışma yaşamının ve kadın olmanın zorluklarını mercek altına alır. Usta oyuncuların dışında parlak diyalogları, havadan çekilen New York görüntüleri ve Paul Simon’ın Oscar’lı “Let the River Sun” adlı şarkısıyla hatırlanan bu modern çağların Cinderella’sı, gösterime girdiği dönemde büyük ilgi uyandırmıştır.
“Postcards from the Edge“den “Regarding Henry“e, “Primary Colors“dan “Wit“e uzanan inişli çıkışlı filmografinin 90’lar durağında yer alan “The Birdcage” ise, usta oyunculardan oluşan kadrosu ile beğeni toplamıştır. Gay dünyasına mizahi bir üslupla yaklaşan bu film bir yana, yönetmenin 3. döneminin Tony Kushner‘in ünlü oyunundan uyarlanan “Angels in America” adlı mini TV dizisiyle başladığını öne sürmek yanlış olmaz. Bu yapımdan sadece bir yıl sonra gündeme gelen “Closer” (2004), dört karakter ekseninde yaşanan olayları ve çarpık ilişkileri eksen alır. Dan, Londra’da yaşayan bir yazardır ve tanık olduğu bir kazanın ardından Alice ile yakınlaşır. Oysa aklı bir süre sonra tanışacağı fotoğrafçı Anna’da kalacaktır. Son karakter ise Anna’yla, Dan’in bir oyunu sayesinde tanışacak olan doktor Larry’dir. Hayatın pek çok aşamasında yolları kesişecek olan dörtlü, her seferinde ilginç olaylar ve unutulmaz deneyimler yaşayacaklardır.
Daha çok diyaloglarla sürüklenen, ‘sevgi’, ‘bağlılık’, ‘yalnızlık’ ya da ‘sadakat’ gibi kavramların ‘çağdaş insan’ın cephesindeki karşılığını bulmaya çalışan “Closer”, kazananın ve kaybedenin kimi zaman iç içe geçtiği renkli yüzlü ama son tahlilde oldukça flu yaşamları gözler önüne serer. Patrick Marber’ın oyunundan uyarlanan film, Nichols’e yıllar sonra bir kez daha itibar kazandırmıştır.
Beyazperdeye 7 yıl önce gündeme gelen “Charlie Wilson’s War” ile veda eden yönetmen, Kazuo Ishiguro‘nun ünlü eserinden uyarlanan James Ivory başyapıtı “Remains of the Day“in yapımcısı olarak da anılmaktadır. Nichols, Actors Studio’nun izinden giden ve 1988’de kurulan Oyunculuk Okulu’da sinema ve tiyatroya pek çok oyuncu kazandırmıştır.
Penn, Peckinpah, Ritt ve Rosenberg gibi yönetmenlerle birlikte 60’ların büyük dönüşümüne katkı sağlayan, yeni bir sinemadilini mümkün kılan ve tam 40 yıla yayılan yönetmenlik serüveninde, az sayıda filmle de olsa isminden söz ettiren Nichols‘un ölümünün, bir dönemin noktalanışını simgelediği söylenebilir. Yine de; yeni bir geleceğe emin adımlarla yürüyormuş gibi görünen, ancak sonrasında birden kaygılı bir ifadeyle gözlerini seyirciye diken iki oyuncunun, Dustin Hoffman ve Katharine Ross‘un bakışlarında ve bir kuşağın özlemlerinde yaşayacağını vurgulayalım…