Lydia: Are you a ghost too? / Sen de mi hayaletsin yoksa?
Beetlejuice: I’m a ghost with the most, babe. / Ben hayaletin feriştahıyım, bebek.
Beetlejuice, 1988
Türkiye’de video çağının son demlerinin yaşandığı bir dönem… Vizyona girmeyen Amerikan filmlerini ihtiva eden VHS kasetleri kiraladığımız video kulüpler, video kaset oynatıcılar, video kaset başa-sona sarıcılar (kaseti videoda başa sarmanın aygıta zarar verdiği söylenirdi) ve video kafası temizleyici spreyler yakın zamanda tarihe karışacak. Türkiye’de vizyona girdiğini sanmadığım Beetlejuice filmi, böyle bir zamanda, demin sıraladığım ve o an için tarihe karışacağını tahayyül edemediğimiz nesnelerle dolu bir dükkanda karşınıza çıkabilecek bir sürpriz. Kapaktaki palyaço kılıklı sevimsiz şey karşısında kaşlarınızı çatıyorsunuz. Oyuncu ve yönemen adlarına bakıyorsunuz, tanıdık gelen var ama sizi çarpan bir isim yok. Palyaço tipli adamı canlandıran Michael Keaton diye biri. Michael ney? Bereket filmin özeti var arkasında. Hayalet mayalet diyor da ilginizi çekiyor biraz. Kılpayıyla seçtiğiniz filmlerin arasına katılıyor Beetlejuice.
Akşam seyredince anlıyorsunuz hanyayı konyayı. Acayip bir film. Korkunç, komik, absürd… Sevdiniz ama niye sevdiğinizi tam ifade edemiyorsunuz. Biz söyleyelim o halde: harikalar yaratma peşinde yetenekli bir yönetmenle, oyunculuk yeteneğini şeytan tüyüyle birleştiren sıradışı bir aktörün işbirliğine şahit oldunuz az önce. Ve o zaman uyaramadık ama şimdi söyleyelim, birlikte ya da değil, eylemleri daha uzun yıllar devam edecek.
İşin enteresan tarafı Keaton yönetmenin ilk tercihi, hatta ikinci tercihi bile değildi. Onun aklında bu rol için Steve Martin ya da Samie Davis Jr. vardı. Neyse ki ikisi de bu delice rolü üstlenmeye yanaşmadı da iş yapımcı David Geffen’in tavsiye ettiği Keaton’a kaldı.
“Tim bana geldiğinde söylediklerinden hiçbir şey anlamadım ama ondan hoşlanmıştım. Karakter üstüne düşünmek için biraz süre istedim ondan. Beetlejuice’un saf elektrik olmasını istiyordum. Zaten bu yüzden saçları öyle dimdik. Farklı dönem kıyafetleriyle dolu bir gardolaptan kıyafetler seçtim kendime. Evde ona uygun bir yürüyüş ve ses tarzı bulmak için çalışmaya başladım. Bir yerlerden diş aldım. Görünüşüm korkunç olsun istiyordum, sonra sesimle ona biraz sersemlik katacaktım. Bu bir anlamda onu daha da korkunç yapacaktı. Tim çizgili giysiyi önerdi. Üstüne koca gözleri ekledik. Bence bu film sonsuza dek yaşayacak çünkü yüzde yüz orijinal.”
Ve Tim Burton’ın sihirli dokunuşları ve Michael Keaton’un hınzırlıklarıyla grotesk bir hayaletli ev hikayesi çıktı ortaya. 1988 yapımı “Beetlejuice” hem yönetmeninin, hem başrol oyuncularından (ismi niye afişte o kadar aşağıda o zaman) Keaton’ın yolunu açacaktı. Bu filmin iyi iş yapması sayesinde Burton’ın “Batman” projesine nihayet onay verildi. Ve bilin bakalım Batman’in dev bütçeli sinema uyarlamasında Kara Şövalye’yi kim canlandıracaktı. Demek Keaton’ın Beetlejuice’un ardından söylediklerinde gerçek payı oldukça yüksekti: “En iyi işbirliğini Tim ile yaptığımı sanıyorum. Onunla tıpkı Sydney Polack-Robert Redford gibi bir yönetmen-oyuncu çifti oluşturuyoruz, ama biraz daha çılgıncası!”
Burton ise, “Michael gibi oyunculuk geçmişi olanlar çoğu kez başlangıçta pek belli olmayan alttan-alta patlayıcı bir yana sahiptirler,” diyordu.
Yedi çocuklu Pensilvanyalı bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Burton’ın erken dönem oyunculuk geçmişine bakıldığında karşımıza Pittsburgh ve televizyon çıkıyor. Aslında şansını önce stand-up komedyenliğinde denemiş Keaton. Ama sahip olduğu şeytan tüyü o zaman daha yeterli olgunluğa ulaşmamış olacak ki, bu işte fazla ilerleyememiş ve kapağı yerel televizyon kanallarına atmış. Bir yandan da ufak ufak tiyatroya devam etmiş.
Ancak oyunculuğun mekkesi Hollywood ve Hollywood da Pittsburg’da değil, Los Angeles’da. Boğulacaksan büyük denizde boğul düsturuyla, bavulu toplayıp LA’ye taşınmış Keaton. Sonunun erotik filmler olmamasını umarak… Birkaç TV şovunun deneme çekiminden davet almış ama önce hayatında önemli bir değişiklik yapması gerekmiş. Anne babasından kendisine yadigar kalan bir şeyden vazgeçmek anlamına geliyormuş bu değişiklik.
Los Angeles’a, doğduğu gün 5 eylül 1951’den beri taşıdığı Michael John Douglas ismiyle gelmişti ama seçtiği kariyerde bu isimle devam etmesi mümkün olmayacaktı. Yetmişlerin popüler TV dizisi “San Francisco Sokakları”nda Müfettiş Steve Keller rolünü üstlenen ve babası kendisinden de ünlü bir aktör olan Michael Douglas ve ünlü müzisyen, talkshowcu Mike Douglas zaten tek kişilik olan o kontenjanı fazlasıyla doldurmuşlardı çünkü. Keaton soyadını seçmesinin nedeni ise Buster Keaton’a duyduğu hayranlık, büyük komedyenle arasında bir bağ inşa etmek istemesiydi. Yıllar sonra dramatik rolleri tercih ettiğini söyleyecek olsa da bir söyleşide, komedyenlik onu hamurundaydı.
Şansı televizyon dünyasında yaver giden Michael Keaton pek çok dizide yer almayı başardı. Komedyenlik yeteneğini sergilediği bu işler ona sonunda kendisi için biçilmiş kaftan bir sinema rolü getirdi. Ron Howard’ın yönettiği Nightshift (1982) filminde başrole eş değer ve kendini gösterebileceği bir konumda olacaktı. Sıradan, hatta sıkıcı bir hayat sürmek için elinden geleni yapan bir adamın hayatına ansızın giren ve başına uçuk projeleriyle akla hayale gelmeyecek dertler açan bir Feridun Bitir modeli. Fırlama, edepsiz, hınzır, dalavereci ama sevimli…. Anlayacağınız tam da Keatonlık bir tip.
“Bu karakteri tanıdığım bazı insanların birleşimine kendimden de bir şeyler katarak oluşturmuştum.”
Keaton’un şeytan tüyünü herkes görmüştü sonunda. Bill “Blaze” Blazejowski’ye hayran kalan yalnızca eleştirmenler olmamıştı üstelik, yapımcılar da yetenek kokusunu almıştı. Yeni film teklifi gecikmedi. 1983 tarihli “Mr. Mom” filminde işinden olunca evin annesi rolünü üstlenmek zorunda kalan babayı canlandıracaktı. Önemli bir film ya da rol gibi görünmüyordu ama bu aile filmin beklenenin üstünde seyirciye ulaşması Keaton’ın tanıdık bir yüz haline getirdi.
1984’te “Johnny Dangerously”da yine başroldeydi ama 30’lu yıllarda iyi kalpli bir gangsteri canlandırdığı bu film onun kariyerine fazla bir şey katmadı. Ona sinemada ilk ciddi rolünü veren Ron Howard’ın “Gung Ho”su daha iyi bir fırsattı. 1986 yapımı bu filmde Amerikan ve Japon geleneklerinin tezatlığı üstünden bir komedi üretilirken, seyirciyi şevke getirecek bir hikaye de anlatılıyordu. Keaton drama ağırlıklı ciddi rollerin altından kalkabileceğinin mesajını veriyordu bu filmle. Yalnızca komik rollerin adamı değildi belli ki o.
Bu ortalama filmlerin ardından, Beetlejuice ve Batman gibi çizgi üstü filmlere geçmeden önce yaşanması gereken bir hayalkırıklığı vardı Burton’un kariyerinde. Yenilmesi, yutulması kolay bir lokma değildi bu. Woody Allen’ın demir bilyesiydi.
Allen, “Kahire’nin Mor Gülü” (1985) filminde Keaton’ı oynatmak istiyordu. İkili görüşüp anlaştılar. Çekimlere başlandı. Ancak çok kısa bir süre sonra gazetelerin sinema sütunlarına düşen haber herkesi şaşırttı. Keaton’ın oynaması beklenen rolde Jeff Daniels’ı izleyecekti sinemaseverler.
“Birkaç haftalık çekimden sonra bu rolde iyi olmayacağımın farkına vardım. Ve göründüğü kadarıyla Woody Allen da aynı izlenimi edinmişti. Bu duruma onun canı benden daha fazla sıkıldı.”
Ne kadar özgüvenli olursa olsun bir oyuncu için yıkıma yol açabilecek bir sarsıntıydı bu. Üstüne bir de 1986 yapımı “Touch and Go” ve 1987 yapımı “The Squeeze” gibi gişede ses getirmeyen, akılda kalmayan filmlerde oynayınca, Keaton’ın kariyer ibresi iyice aşağıyı gösterir oldu. Neyse ki Beetlejuice imdada yetişti. Ve Keaton fırsatı iyi değerlendirerek kapıldığı anafordan kendini kurtardı. Aynı yıl komediden tamamen dramaya geçtiği “Clean and Sober” (1988) filminde uyuşturucu müptelalığından kurtulmaya çalışan bir emlakçıyı canlandırdı. Bu rolüyle film eleştirmenleri meslek birliğinden En İyi Oyuncu ödülünü aldı Keaton. Ertesi yıl tekrar komediye dönen Keaton sinemaseverlerin karşısına bir kez daha Nightshift’tekini andıran hınzır bir rolle çıktı. Çalıştıkları morgu geneleve çeviren değil, tımarhaneden kaçan bir grup deliyi ayartan ve onlara hamilik eden bir hınzırdı bu kez. “Guguk Kuşu”ndan Randle Patrick McMurphy gibi asi ve üç adlıydı: William “Billy” Caufield.
Ve Batman…
Kara Şövalye beyazperdede ilk kez görünmeyecekti. 1966 yapımı “Batman: The Movie” dönemin popüler TV dizisinden türetilmişti. Ama bu kez beklentiler daha yüksekti. Sinema teknolojisi belli bir noktaya gelmiş, sinemaseverler daha talepkar olmuş ve böyle yüksek bütçeli projelerde bir gişe başarısızlığı sektörde çok fazla kellenin uçması anlamına gelecekti. Yönetmenin Tim Burton, Batman’in Michael Keaton olacağı açıklandığında ortam iyice gerildi. Burton denince “Pee-Wee’nin Büyük Macerası” (1985), “Beetlejuice”; Keaton denince de oynadığı komedi filmleri geliyordu akla. Bu ikiliden Batman’a yakışır karanlık ve ciddi bir film nasıl çıkacaktı. 1966 tarihli filmin tonu mu taşınacaktı bu filme de?
Neyseki öyle olmadı. Hatta kimileri filmi fazla karanlık ve şiddet dozu yüksek olduğu için eleştirdi. Ancak eleştirilerin, 48 milyon dolar bütçesi olan filmin 500 milyona yakın bir gelir getirmesinin ardından fazla bir geçerliliği kalmadı. Batman’den 3 yıl ve iki film sonra bir devamı gösterilecekti ve Michael Keaton bir kez daha başrolde olacaktı.
Batman’in çekimleri Londra’da gerçekleşmişti. Bu sıralarda o zamanki eşinden ayrı olan ve 2-3 yaşlarındaki oğlunun hasretini çeken Keaton, geceleri Batman gibi Londra sokaklarını arşınlıyordu. Tabi onun amacı suçluları cezalandırmak değil, uyuyabilmek için kendini yormaktı.
“Zaman zaman Concord’a atlayıp oğlumla vakit geçirmeye gidiyordum. Benim için yalnız zamanlardı. Rolüme de uymuştu böylesi.”
Sette müthiş bir baskı vardı üstlerinde. Çünkü çektikleri türde bir film ilk kez çekiliyordu ve ortaya ne çıkacağından onlar da çok emin değillerdi.
Çoğunluğu seyredenleri güldüren, gülümseten rollerin sonrasında keskin bir dönüş yapan Keaton bir yıl sonra dozu yükseltti ve seyircisini gerilim ağlarıyla sardığı bir filmle çıktı sinemaseverlerin karşısına. Pacific Heights’da Melanie Griffith’i ölümüne ürküten psikopat rolüyle Batman kadar Joker için de iyi seçim olabilirmiş diye düşündürttü ister istemez.
“Bu denli şeytani bir kişiliği hiç oynamamıştım. Hangi oyuncu olursa olsun size bunun büyük bir keyif olduğunu söyleyecektir. Bu aynı zamanda baskı olmaksızın rahat biçimde giriştiğim ilk film oldu. Yeteneklerini bir kamera önünde içselleştirebilen oyunculara hayranlık duyarım. Bana göre en mükemmel örnek Talihin Dönüşü’nde Jeremy Irons’tır. Böyle bir şeye özlem duyuyorum. Ancak her şey öncelikle seçim düzeyinde olup bitiyor. Batman Dönüyor’dan sonra kendimi bir kez daha sevdiğim ama beni şaşkına çeviren bir konumda buldum. Şöyle ki: bundan sora ne yapacağım.”
Bundan sonra… 2014’teki “Birdman”e değin 28 film daha yaptı Michael Keaton. Bunların bazısı yalnızca sesiyle yer aldığı “Cars” (2006) ve “Toy Story 3” (2010) gibi animasyonlardı. Bazısı “Multiplicity” (1996) gibi komedi ya da “Jack Frost” (1998) aile filmiydi. “Desperate Measures” (1998) ya da “White Noise” (2005) gibi sıkı gerilimlerde de rol aldı. Ve hala 1992’de açıkça belirttiği gibi bir Tom Cruise, Schwarzenegger ya da Costner değildi. Güncellersek bir Brad Pitt, bir George Clooney ya da Russell Crowe değildi. Bir Batman için garip bir durumdu bu. 65 yaşından sonra bu durumu değişitiremeyeceğine göre iyi olduğu şeyde şansını denemeliydi. Oyunculuğunu gösterip Oscar’ı almalıydı mesela. Alejandro González Iñárritu’nun yönettiği “Birdman” pekâla bu amacına ulaşmasına sağlardı. Kariyerinin eski şaşaalı günlerini – ki o günlerde Birdman lakaplı bir süper kahramanı canlandırıyor kendisi – yeniden yakalayabilmek için bir çıkış arayan aktör eskisinden daha iyi bir rol düşünülemezdi Oscar’ı kazanmak için. Keaton gerçekten de aday gösterildi Oscar’a, hem de Golden Globe’u kazanmasının ardından. Oscar’ı aldıktan sonra yapacağı konuşmayı bile hazırlamış ve törene yanında getirmişti söylentilere göre. Ama Oscar alan yalnızca film oldu ve En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı Stephen Hawking’i canlandıran Eddie Redmayne’a gitti. Akademi sanki kariyerinde yeterince “ciddi” drama olmamasına ceza kesmişti. Ama diğer yandan Oscar’ı onun yarı yaşındaki bir aktöre vererek de background’a pek de önem vermediklerini gösteriyorlardı.
Akademi ne düşünürse düşünsün biz sinemaseverler Michael’ı beyazperdede görmekten gayet keyif alıyoruz. O ise bizim gibi değil, sinema salonunda oturup kendini izleme fikri ona cazip gelmiyor.
“Kendimi en son ne zaman seyrettim hiç hatırlamıyorum. Kendinizi çok fazla görüp incelediğinizde kendinizden hazzetmemeye başlıyorsunuz. Ben her zaman her yıl bir film çekersem insanların benden ölesiye sıkılacağını düşündüm. İnsanların da benim gibi olduğunu varsayıyorum ve ben kendimden sıkılıyorum.”
Bu durumun bir tek istinası Birdman olmuş. Keaton tam üç kez izlemiş “Birdman”i.
“Filmi seyrederken şöyle diyordum: Tanrım, bu filme bayıldım. Dur bir saniye yahu. Ben de bu filmdeyim!”
Birdman’deki karakterin sanki kendi hayatına göndermelerde bulunduğunu söylediklerinde – Birdman ve Batman benzerliği gibi – o kariyeriyle ilgili özgüven sorunları yaşayan bu karakterle arasında hiçbir paralellik olmadığında ısrarcı oldu. Filmdeki rol arkadaşı Edward Norton da aynı görüşteydi:
“Yaşamı kariyerinden büyük bir oyuncu o. Ayağı yere sağlam basan biri. Özgüvensiz bir aktörün tam tersine… Oyunculuk yalnızca hayatının bir parçası. O mutlu biri ve kendiyle, kariyeriyle barışık.”
Yönetmen Inarritu da benzer görüşteydi:
“Michael hayatımda gördüğüm en özgüvenli insan. Bu karaktere onun gibi hayat verebilmenin tek yolu bu. Cesareti ve gözüpekliği bu inanılmaz özgüvenden geliyor.”
Kim ne derse desin kariyerine ciddi dramalar katmak üzere kolları sıvadığı bir gerçek Keaton’ın. Bu yıl kendisi aday gösterilmese de önemli bir rolde yer aldığı “Spotlight” En İyi film Oscarı’nı aldı. Yalnızca iyi bir film olduğu için değil, Katolik Kilisesi’ndeki çocuk tacizi skandalı gibi önemli bir konuyu işlediği için de. Keaton filmde Boston Globe gazetesinin özel haberlerini hazırlayan Spotlight biriminin tecrübeli editörü Walter “Robby” Robinson’ı canlandırıyor. Bu ilginç çünkü üniversite yıllarında Keaton kariyer olarak ciddi olarak gazeteciliği düşünüyormuş. Bugün bile hala sıkı bir haber takipçisi ve bu yönünü Twitter hesabında gösteriyor. Gazeteciliği soru sormak olarak tanımlıyor. Kendisinin de rollerine hazırlanırken bu yöntemi kullandığı için iki meslek arasında paralellik olduğunu düşünüyor.
Gayet “ciddi” bir rol olsa da, filmin gülümseten birkaç esprisi yine ondan geliyor. Yapacak bir şey yok demek ki, Michael, görünen o ki komiklikten kaçış yok…
Michael Keaton’a Oscar Veriyoruz!
Bu Oscar’larda Michael Keaton’ın rakibi yine Michael Keaton.
EN İYİ SAÇ OSCAR’I
Ray Nicolette – Jackie Brown (1997)
EN KÖTÜ ADAM OSCAR’I
Peter J. McCabe – Desperate Measures (1998)
EN İYİ GAZETECİ OSCAR’I
Walter “Robby” Robinson – Spotlight (2015)
EN İYİ DELİ OSCAR’I
William “Billy” Caufield – The Dream Team (1989)
EN İYİ POLİS OSCAR’I
Artie Lewis – One Good Cop (1991)
EN İYİ BABA OSCAR’I
Jack Frost – Jack Frost (1998)
EN İYİ KLON OSCAR’I
Doug Kinney- Multiplicity (1996)
EN İYİ HAYALET OSCAR’I
Beetlejuice – Beetlejuice (1988)
Bonus:
Keaton: “Spotlight filminde, aldığım Katolik eğitiminin çok faydasını gördüm.”
Yılın En İyi Film Oscar’ını kucaklayan Spotlight, Boston Globe’un Pulitzer ödülü kazanan araştırmacı gazeteci ekibi ‘Spotlight’ın gerçek hikayesini konu alıyor. Spotlight ekibi şehirdeki 70 rahip tarafından yaygın bir şekilde işlenen pedofili suçunun Katolik Kilisesi tarafından sistematik bir şekilde örtbas edildiğini ortaya çıkararak 2002 yılında hem Boston halkını hem de tüm dünyayı şoka uğratmıştı.
Michael Keaton’ı filmde, Boston Globe gazetesindeki ‘Spotlight Araştırmacı Gazeteciler’ ekibinin editörü Walter Robinson rolünde izliyoruz. Keaton, The Telegraph’a verdiği kısa röportajda, kendi Katolik yetiştirilme tarzının ve aldığı eğitimin filmde portresi çizilen ‘Katolik Kilisesi toplumu’nu ve filmdeki rolünü daha iyi anlamasına yardımcı olduğunu belirtiyor:
“Katolik eğitim çok sertti. Okulda canımızı çıkarıyorlardı, parmaklarımıza cetvelle vuruyorlardı falan. Filmde bu eğitimin çok faydasını gördüm. Canımızın çıkarılmasının faydasını görmedim tabi, sadece okulda Katolik Kilisesi toplumunun etrafında olmasının nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Bunun kesinlikle iyi bir şey olduğunu sanmıyorum; çocukları eğitmeye çalışmak için aptalca bir yol olduğunu düşünüyorum.”
64 yaşındaki aktör ayrıca kariyerinde rönesans döneminde bulunduğu konusundaki düşüncelere de değiniyor: “Rönesans ve insanların bunu algılayış biçimini düşününce, bilemiyorum, yani bu konu üstünde çok fazla kafa yormadım. Sadece, ben kendimden memnunum; o kadarını söyleyeyim. Harika yönetmenlerle harika filmlerde çalışmak ve iyi iş çıkarmak tabi ki çok hoş.”