Deli gibi yağıyordu yağmur. Şimşekler de sahne almıştı, beynimin içinde çakıyorlardı sanki. Ne ay, ne de bir yıldız vardı gökyüzünde. İliklerine kadar ıslanmış, en son lokmasını üç gün önce yemiş bir it gibi, kasaba evlerinin sağlı sollu dizildiği caddede, sanki gidecek bir yerim varmış gibi yürüyordum.
Sığınacak bir yer bulabilme umuduyla çevreme bakınırken, eski bir ev gördüm. Kapısı beni davet edercesine, ardına kadar açıktı. Biraz daha yaklaşınca, bir canavarın ağzına ne kadar çok benzediğini fark ettim bu kapının, ama hala davetkardı. Bu daveti reddedemiyecek kadar üşümüş ve yorgun olduğumdan, kendimi attım canavarın ağzından içeri.
Pencereleri kalaslar çakılarak kapatılmış bu iki katlı müstakil evin, yıllardır kullanılmadığı anlaşılıyordu. Bir süre öylece ayakta dikilip bekledim. Bir örümcek kolonisine dönüşmüş evin içi, ara sıra çakan şimşeklerin bir an için içerisini aydınlattığı zamanlar dışında, zifiri karanlıktı. Ben yine de el yordamıyla, alt katta sabaha kadar zıbarabileceğim kuytu bir köşe bulabildim kendime. Gözlerimin karanlığa alışması için bekledim, uyumadan önce en azından bulunduğum odaya bir göz atmak istiyordum. Görecek bir şey olmadığını tahmin edebiliyordum ama o zifiri karanlıkta, bir kör gibi, sağımda solumdaki nesneler ya da hareket alanımdan tamamen bihaber uykuya dalmama imkan yoktu. Odanın boyutları hakkında firkir sahibi olduktan ve çevremde ne var ne yok, (daha çok ne yok!), kabaca hafızama kaydettikten sonra gittikçe ağırlaşan gözkapaklarıma daha fazla direnemedim, kendimi uykunun huzur dolu kollarına bıraktım. Her baştan çıkarıcı şey gibi, bana vaad edilen bu huzurun da sahte ve geçici olduğunu anlayacaktım.
Ansızın uyandım. Uyku diyarından, kara deliğin anaforuna kapılmış bir nesnenin hızıyla çekilip koparılmıştım.
Uyku bana bir kapı olmuştu anlaşılan. Çünkü artık olmamam gerekn bir yerdeydim. Uykuya yattığım o metruk evin odasından çok başka bir yerde açmıştım gözlerimi.
Barakalar, tel örgüler, yerler bir karış çamur… Çamur yeni boyandığı belli olan çizmelerimi aşağıdan yukarı istila ediyor. Bunun beni rahattsız ettiğini fark ediyorum.
Toplama kampı gibi bir yerdeyim. Gece olmadığının bir şekilde ayırdındayım ama her yer gün batmış gibi karanlık. Bu biraz kafamı karıştırıyor. Karanlık… Duman yüzünden sanırım. Kar yağıyor. Elimi açıyorum, elime yağıyor. Kar değil bu. Kül gibi bir şey. İğrenç bir yanık kokusu dört bir yanı sarmış.
Önümden insan sürüleri geçiyor. Kadın ve çocuklar. Bir kadınla göz göze geliyorum. Kadının gözlerinde korkudan çok yılgınlık var. Bitmişlik, pes etmişlik hatta kabullenmişlik. Sürünün içinde bir deri bir kemik kalmış insanlar görüyorum. O anda bir şey elimi çekiştiriyor. Aşağı doğru bakıyorum. Küçük bir erkek çocuğu elimi tutmuş. Bana bir yeri işaret ediyor. Uzun bacaları olan bir yer burası. Görünüşe göre önümden geçen sürü de oraya gidiyor. Bacalardan kapkara dumanlar çıkıyor. O kadar yoğun ve çok ki gökyüzü görünmez kılan bir engel oluşturmuşlar kampın üstünde. Çocuğun başını okşuyorum. Ama dönüp ona baktığımda artık çocuğun yerinde bir dobermanın olduğunu görüyorum.
Sürü az sayıdaki silahlı askerler tarafından güdülüyor. Sürüdeki insanların sayısı askerlerin yüzlerce katı. Merak ediyorum, bu askerlerin üstüne saldırmaya kalksalar, askerlerin, askerlerimin –aklımda beliren bu yeni bilgi bir anlığına şaşırtıyor beni – ne kadar şansı olabilir. Ama sonra biraz önce kadının gözlerinde gördüklerim aklıma geliyor. Böyle bir şey yapmalarının pek olası olmadığına kanaat getiriyorum.
Askerlerden biri yanıma geliyor. Bana bir şeyler söylüyor. Büyük bir saygı ve korkuyla… Ve bilmediğim bir lisanda. Yine de anlıyorum ki onu, sert bir karşılık veriyorum. Sesim bana çok yabancı geliyor. Asker hızla uzaklaşıyor yanımdan. Tam o sırada birilerinin sesini duyuyorum. Sanki o dünyanın dışından geliyor. Uykuda olduğumu, rüya gördüğümü o anda anlıyorum. Bu rüyayı sayısız kereler görmüş olmama rağmen ve her seferinde onun bir rüya olduğunu hala anlayamamam kendimi bir kez daha aptal gibi hissetmeme neden oluyor. Bilinç üstüne yakın bir yerlerdeyim artık ama yine de çok uykum var. Uyanmak istemiyorum. Ama ses devam ediyor…
“Roger, Roger…”
Bir kadın sesi. Bana ne? Benim adım Roger değil ki.
“Roger, biraz bakabilir misin?”
Kahretsin, bu Roger da kim? Şu kadına cevap versene be adam! Ben uyumak istiyorum. Aptal bir rüyayla daha uğraşamam!
“Gene mi uyukluyorsun, koca tembel!
Sanki bu kadına cevap verirsem, güzel uykumdan uyanacakmışım, yattığım yumuşak yeri terk edecekmişim gibi bir his vardı içimde.
YUMUŞAK MI?
Bir terslik var. Yarı uyuyor bile olsam, bunu fark ediyorum. Ben sert döşemenin üstüne kıvrılmıştım, yumuşak, rahat bir yere değil.
Ve bir kez daha… Uyandım. Gözlerimi hemen açmadım, sanki çok zor bir iş yapıyormuş, sanki göz kapaklarıma kum dolu torbalar bağlanmış gibi, ağır ağır araladım göz kapaklarımı. Okkalı bir küfür savurmaya hazırlanıyordum ki, dilim tutuldu. Küfür yerine ağzımdan zayıf, anlamsız bir tıslama çıktı yalnızca. Çok garipti. O terk edilmiş evin tozlu, karanlık ve boş odasında değildim artık. Hayır, hayır, sanırım o odadaydım, ama oda eskisi gibi tozlu, karanlık ve boş değildi. Yattığım kanepeden gördüğüm kadarıyla hafızamda kaytlı oda, bir çalışma odasına dönüşmüştü. Penceredeki kalaslar da kalkmıştı, bu da gün ışığının içeri rahatça girmesini ve ortalığı aydınlatmasını sağlıyordu. Duvarlara monte edilmiş raflar kitaplarla doluydu. Bazılarının ismini görebiliyordum;
Shakespeare, Chaucer, Kafka, Borgess, Poe, Coleridge… Coleridge, bu ismin ona bir şey ifade etmemesi gerekiyordu. Ama Coleridge ismini okuyunca, neden aklıma şu dizeler geldi.
“it is an ancient Mariner
And he stoppeth one of three”*
Odada, benim yatmakta olduğum kanepe dışında, içi buruşturulmuş kağıtlarla dolu ufak bir çöp tenekesi ve dağınık bir de çalışma masası vardı. Masanın üstündeki daktiloda yarım kalmış bir yazı bir an önce bitirilmek için sabırsızlanıyordu.
“Roger, yardım eder misin? Tek başıma beceremiyorum.”
“Geliyorum, hayatım!”
Bunu ben mi söylemiştim!
Otomatik pilota bağlanmış gibi, yataktan kalktım, odadan çıktım, mutfağa, beni çağıran kadının yanına gittim. Mutfağın yerini elimle koymuş gibi bulmuştum, daha da garibi, kadının yanına vardığımda, kadına sarılıp, onu şehvetle öpmüştüm. Gayet doğal bir şeymiş gibi..! Öpüşme faslı bittiğinde, “Sonunda uykucu beyimiz gelebildi,” dedi karım.
Beraberce yemek masasının yerini değiştirdik, ardından çocukların okuluyla ilgili bir konuşma yaptık. Her şeyi, ama her şeyi biliyordum, çocuklarımın adlarını, okuldaki durumlarını, karımla kaç senedir evli olduğumu, aile doktorumuzun adını bile… Rüya mı görüyordum? Daha önce de rüya görmüştüm, bu kesinlikle onlara benzemiyordu. Kendime bir cimcik attım, bir tane daha, bir tane daha… Bir değişiklik olmuyordu. Uğraşmayı bıraktım. Karşı koymanın bir manası yoktu: ben artık hayatını yazdığı kitaplarla kazanan, başarıyla sürdürdüğü mutlu bir evlilik yapmış, iki çocuk babası Roger Rankin’dim.
Haftalar haftaları, aylar ayları kovaladı. Halimden hiç de şikayetçi değildim. Başlarda bu bedenin içinde hapis olduğumu düşünmüştüm ama sonraları bu fikri kafamdan attım. Başkasının bedenindeymişim gibi hissetmiyordum. Kimse zorla yaptırmıyordu yaptıklarımı, ne yapıyorsam kendim yapıyordum. Doğal ve kendiliğinden… Çift kişilik gibi, ya da bu bedeni sanki iki kişi aynı anda paylaşıyormuş gibi bir şey de değildi bu. Daha çok, bugüne kadar gizli kalmış kısımlarım uyanıyor gibiydi. Sanki, bilmediğimi sandığım şeyleri aslında çok iyi bildiğimin farkına varıyordum yavaş yavaş. Benim ailem, benim hayatımdı bu. Yalnızca bu gerçeği şimdiye kadar bilmiyordum ben. Artık uyanmıştım.
Yeni hayatım eskisinden çok daha iyiydi. Eskisi gibi serseri değildim, Şimdi bir ailem, bir evim, yüklü bir banka hesabım, hatta, kitaplarımdan kazandığım azımsanmayacak bir ünüm vardı. Çalışmam gerekmiyordu, günde birkaç saat bir şeyler yazıp sonra bütün gün aylak aylak gezebiliyordum, ya da evde pinekleyip, istediğim zaman karımla sevişebiliyordum. Karım son zamanlarda artan cinsel iştahım karşısında şaşırmıştı ama bunu problem yapmayacak kadar hayatından memnundu.
Yazarların gerçekten çok şanslı insanlar olduğuna karar vermiştim. Roger son kitabını birkaç ay içinde bitirecekti, alacağı parayla bir dünya turuna çıkacaktı. Sanırım bunu karısıyla uzun zamandır planlıyorlardı. Kahretsin, Roger’dan niye bir başkasıymış gibi söz ediyorum ki? Ben Roger’ım, Roger’da ben.
Keşke benim hikayem de “onlar erdi muradına…” diye biten masallar gibi nihayete erseydi ama her zaman planladığımız, arzu ettiğiniz gibi gitmiyor işler. O dünya turu hiçbir zaman yapılamadı. Mutlu aile tablosu bir süre sonra bir daha düzelmemek üzere bozuldu.
Diğerlerinden farksız bir hafta sonuydu. Karım yapacağımız piknik için, üst katta çocukları hazırlıyordu. Bu piknik için onlara söz vermiştik. Cassy (bu annemin adı olan Cassandra’nın kısaltılmışıydı) on iki, Dean ise sekiz yaşındaydı. Tanrım, onları gerçekten çok sevmiştim. Okullarından bile ben alıyordum çocuklarımı. Yalnız onları mı, karımı da çok seviyordum. O anda uğursuzca çalan kapı zili, tüm bunları kaybetmemle sonuçlanacak olayların başlangıcıymış meğer. Bilseydim kapıyı hiç açmazdım. Ben kapıyı açar açmaz…
“İyi günler dilerim, Bay Rankin,” dedi bir adam.
“Tanışıyor muyuz?” diye karşılık verdim bu baştan aşağı beyaz giysiler içindeki yuvarlak tel gözlüklü, garip görünüşlü, tıknaz adama. Bir tek tel saç olmayan kel kafası güneşin altında parlıyordu, nerdeyse gözümü alacaktı.
“Tanışacağız Bay Rankin, tanışacağız,” diyerek gülümsedi. Bu adam her zaman böyle sinir bozucu acaba diye ilk kez o an düşündüm.
“Kimmiş hayatım,” diye yukardan seslendi karım.
“Petersen’lar, çim makinemizi ödünç almaya gelmişler,” diye bir yalan attım, açıklama yapmak işime gelmemişti.
Kafamı çevirdiğimde garip adamın artık kapıda olmadığını gördüm. Şaşkınlığımı tahmin edersiniz. Kapıyı kapayıp, içeri döndüğümde az daha çığlığı basıyordum. Demin kapının önünde dikilen adam, şimdi salonun baş köşesindeki koltuğa kurulmuş, bana bakıyordu.
“Beni korkuttun, allahın belası. Hem sen kim oluyorsun da, evime böyle giriyorsun,”diye bağırdım. Karıma seslenirken, bir yolunu bulmuş, çaktırmadan yanımdan geçmiş olmalıydı. Adamın sinsiliği ve cüreti karşısında hayrete düşmüştüm.
“Yaklaştınız, Bay Rankin, yaklaştınız,” deyince, bu tür tekrarları ne kadar sık kullandığını fark ettim, eh, hoşuna gidiyordu herhalde, diye düşündüm. İyi ama ben neye yaklaşmıştım?
“Benim kim olduğum konusundaki tahmininizde, Bay Rankin, ben gerçekten bir anlamda allahın belasıyım ve buraya sizin için geldim,” adam düşüncelerimi okumuştu, bense hala onu ciddiye almıyordum.
“Eğer bu bir şakaysa boktan bir şaka, Bay…?”
“Bay ne isterseniz o, hiç mühim değil. Şimdi konumuza gelelim. Siz daha önceki hayatınızda bir Nazi subayıydınız, Bay Rankin. Haliyle bu konu hakkında fazla bir bilginiz yok, ama kuşkunuz olmasın, yaşamların hepsi bizde kayıtlı. Size şu kadarını söyleyeyim, yüzlerce yahudiyi ölüme bizzat siz yolladınız, bu da sizin önceki yaşamınızda insan ölçülerine göre berbat, hatta kokuşmuş biri olduğunuz anlamına geliyor. Şimdi, sorunumuz şu, biz prensip olarak önceki hayatında günahkar bir yaşam süren insanoğullarının, yeni hayatlarında mutlu bir yaşam sürmelerine karşıyız. Ayarlamaları yaparken hep bu prensibe göre hareket etmeye özen göstermemize rağmen, ara sıra yanlışlıklar olabiliyor, tıpkı şu an sizin durumunuzda olduğu gibi. Bu gibi durumlarda, ne yazık ki, olaylara bizim müdahale etmemiz gerekiyor,” buraya kadar söylediklerini hazmetmem için ara verdi, sonra devam etti, “Şu anda yaşadığınız hayatı hak etmediniz, Bay Rankin. Ve ben de bu hayatı sizden almak için burdayım.”
Ne diyebilirdim? Söylesene, bu anlattıklarından sonra adama ne diyebilirdim? Yalnızca şunu sorabildim.
“Bu dediğini nasıl yapmayı düşünüyorsun?” Adam garip bir şekilde beni etkisi altına almıştı ve hiç de dalga geçiyora benzemiyordu.
“Bana inanıp inanmamanız hiç umurumda değil,” yine düşüncelerimi okumuştu. “Sizi inandırmak gibi bir zorunluluğum yok. Benim görevim, sizi verilen hükümden haberdar etmek ve infazı gerçekleştirmek. Sorunuzun cevabına gelince, genelde en basit, en pratik çözümleri tercih ederiz. Haksız bir şekilde elde ettiklerinizi, yine kendi elinizle yok etmenizi sağlarız, böylece kimse bu işe bizim karıştığımızı anlamaz.”
Kafam iyice karışmıştı. Söylediklerinden bana zorla bir şey yaptıracakları anlaşılıyordu. Meraklanmıştım.
“Benden ne yapmamı bekliyorsunuz?”
“Karınızı ve çocuklarınızı öldüreceksiniz, Bay Rankin. Öyle kanlı bir vahşet yaratacaksınız ki, bütün gazetelerde günlerce manşetlerden inmeyeceksiniz. Herkes sizin bir cinnet geçirdiğinize inanacak. Sizin cezanız bu işte, Bay Rankin.”
“Çıldırmışsınız siz. Böyle bir şey yapacağımı sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Hiç bir güç bana bunu yaptıramaz. Yapmam, asla yapamam.”
“Yaptınız bile Bay Rankin, yaptınız bile.”
O anda gözüm ellerime takıldı; ellerim kan içindeydiler. Sonra sırf ellerimin değil, tişörtümün, pantalonumum olduğu gibi kan içinde olduğunu dehşetle fark ettim. Büyük bir ihtimalle bir çığlık atmak için açılan ağzım, biraz önce karşımda oturan adamın yerinde yeller estiğini görmemle birlikte, bir işe yaramadan kapandı. Karımın ve çocuklarımın, yukarı koşarak çıktığımda karşılaştığım kocaman bir ekmek bıçağı ile delik deşik edilmiş kanlı bedenlerinden fazla söz etmek istemiyorum. Hatıralarımdan söküp atmaya çalıştığım berbat bir görüntü bu. Yalnızca polisler gelene kadar, ki bu süre ne kadar sürdü hiç hatırlamıyorum, durmadan kustuğumu ve bu manzaranın bugün bile, gözümün önüne geldiği zamanlarda, üzerimde aynı etkiyi yaptığını söylemem yeterlidir herhalde.
Her şey başladığı gibi sona erdi. Polislerin silahlarını bana doğrultarak kımıldamamı haykırdıklarında hafif bir baş dönmesi hissettim, sonra duvarlar üstüme doğru gelmeye başladı. Kendimden geçip, sertçe yere yığıldığımı hayal meyal hatırlıyorum. Kendime geldiğimde ise, yine o terk edilmiş evde, boş odanın döşemesi üstündeydim.
“Şimdi neden böyle fıçı gibi içtiğimi öğrendiğine göre, kibar bir bey olup, bana bir içki daha verirsin sanırım,” dedi barda oturan kılıksız herif.
“Kaç kere söyleyeceğim, kapattık. Ayrıca anlattıkların bugüne kadar duyduğum en saçma ayyaşlık mazereti. Aptal bir rüya yüzünden, kendini alkole vermiş bir salakla hiç karşılaşmamıştım,” diye cevapladı kılıksızı, irikıyım barmen.
“Rüya mı? Ha, tabii, işin o kısmını anlatmayı unuttum.
Uyandığımda öğlen olmuştu, o uğursuz evden hemen çıkıp bir içki içebileceğim kasaba barına gittim -ve inanın bayım, o barın sahibi gerçek bir beyfendiydi, bazıları gibi kaba saba değildi.
Neyse… Barın ilk müşterisiydim. Barmen kılıksızlığıma rağmen konuşacak birilerinin gelmesine memnun olmuş gibiydi, sohbet etmeye başladık. Oranın yabancısı olduğumu hemen anlamıştı. Gezgin bir serseri olduğumu söylediğimde, bunun onu hiç rahatsız etmediğini gördüm. Hatta bana bir içki bile ısmarladı. Belki de her gün aynı yüzleri görmekten sıkılmıştı artık. Bir serseri de olsa, yeni bir yüz görmek memnun etmişti onu. Geceyi biraz ilerideki terk edilmiş evde geçirdiğimden söz açmamın ardından, bana o evin hikayesini bilip bilmediğimi sordu. Ne hikayesiymiş bu, dedim. Anlattı.
Her şey beş sene önce olmuş. O zaman evde hali vakti yerinde bir yazar ve ailesi oturuyormuş. Adı Robert Ranker, ya da buna benzer bir şey olan bu yazar, bir gün kafayı üşütüp, karısını ve çocuklarını öldürmüş. Ayrıntılara girmesine hiç gerek yoktu. Sonuç olarak, o günden beri ev boşmuş, kimse orda oturmak istememiş. Yazara ne olmuş peki, diye sordum barmane. Bildiği kadarıyla, olaydan sonra hiç konuşmamış Rankin, bir tek kelime bile çıkmamış ağzından. Doktorların akli dengesi yerindedir diye rapor vermesi üzerine idama mahkum edilmiş, yine de konuşmayı reddetmiş. “Kasaba halkı hala neden böyle bir şey yaptığını merak eder nedense. Adam besbelli kafayı üşütmüştü, bence bu kadar basit,” diye ahkam kesince, öfkelenmedim desem yalan olur. O bardan, o kasabadan ayrılma zamanının geldiğini anlamıştım, tıpkı şimdi burdan gitme zamanının geldiğini anladığım gibi,” diyen sarhoş adam oturduğu yerden kalktı. Kapıdan çıkarken barmenin ona söylediklerini duydu ama duymamazlıktan geldi, yalnızca gülümsedi.
“Birader, sen hayal gücü fazla gelişmiş bir serserisin! Yazar olmalıymışsın.”