27 Mayıs 1960 Cuma sabahını nasıl unuturum.. Aga marka radyonun karşısına geçerek, Albay Alparslan Türkeş‘in tok ve boğuk sesinden -bilmem kaçıncı defa- ihtilal bildirisini dinlerken; kafamda da birkaç gün önce verdiğim -yakın geleceğe yönelik- bir kararı değiştirmekle meşguldüm..
Henüz ikinci evliliğimin yedinci yılıydı ve eşim üçüncü çocuğumuza hamileydi.. Doğuma bir haftadan az kalmıştı ve ben doğacak olan oğlumuzun ismini çoktan belirlemiştim bile: Vatan!.
O zamanlar ultrason filan olmadığından, bebeğin cinsiyetini, mahallemizin en doğurtucu ebesi olan Sabbek ebeyle birlikte karara bağlamıştık.. Bizimkinin karnı sivri bi şekilde büyümüş, yüzüne başka bi güzellik gelmiş ve canı da sürekli limon, turşu gibi ekşi şeyler çekiyordu.. Demek ki yoldaki bebek oğlandı..
Vatan ismi, başbakanımız Adnan Menderes‘in, son yıllarda yükselmekte olan CHP muhalefetine karşı acilen devreye soktuğu Vatan Cephesi‘nden geliyordu tabii..
Bu cephenin cesur bir eri olarak ve zamanın modasına uyarak, adını radyodan anons da ettirmiş, ‘tescilli’ bir ‘demirkırat’tım.. Dolayısıyla, bu evliliğimden olan ilk oğlumun adını Adnan, kız olan ikincisinin adını da Adnan beyin hanımının adı olan Berin koymayı ihmal etmediğimi de ayrıca hatırlatmak isterim..
Gel gör ki işte darbe olmuştu.. Ben de çok geçmeden, radyonun başında saygıyla ayağa kalkmış; Ordumuzun kahraman komutanlarının, mevcut iktidar sahiplerince ülkemizi kardeş kavgasına sürüklemelerini önlemek amacıyla yaptıkları bu şanlı girişimi, saygıyla selamlamaya karar vermiştim bile.. Diğer ‘değişiklik’ kararım da müstakbel mahdumuma koyacağım isimdi..
Galiba, Vatan değil de Alparslan adı çok daha yakışacaktı benim aslan oğluma..
Hey gidi hey! Tam elli yıl sonra, o güzel gençlik günlerimi yeniden hatırlamak için şahane bir imkân çıkmıştı işte şimdi karşıma..
Memlekette Demokrasi Var‘ı görmek üzre -coşturan bir hevesle- sinemaya koşturmuştum; lakin, daha filmin hemen başlarında, ilkinden daha da güçlü, ancak ters istikamette işleyen bir hevesle, salondan çıkıp gitmeyi düşünmekteydim..
Yalnız merak buyurmayın.. Bendeki Eyüp Peygamber sabrı ve tarifi gayrimümkün şu görev aşkı yok mu!. Bu filmi de sonunu kadar ‘seve seve’ izledim; ki sizlere de şöyle bi özet geçmeye karar verdim..
Demokrasi Dediğin Deli İşidir Bizde Azizim
Köylü hemşehrileri tarafından deli olduğu iddia edilen; ancak bizzat bir deliliğini görmediğimden ve gayet de akıllı uslu laflar ettiğinden (Şimdilerde onun gibi konuşanlara liberal deniyor), bu nitelendirmeye pek de katılmadığım bir garip adamdır Baradan (Müjdat Gezen)..
Ona illaki deli denecekse, zırt pırt, hatta askeri darbe döneminde bile: “Memlekette demokrasi var!” deyu ünlemesi, buna bir delil olarak gösterilebilir belki..
Ağzına lâyık bir erkek gördüğünde resmen gözü dönen, kız kardeşi ‘şen dul’ Huriye (Gülçin Santırcıoğlu) ile birlikte yaşayan Baradan, yolu bi ara köylerinden geçtiğinde, iktidarının son günlerini yaşadığından habersiz: “Benim arkamda millet var” diyerek babalanan Vatan Cephesi’nin ‘demokrat’ kahramanı Adnan Menderes (Emrah Kolukısa)’e -müthiş bi öngörüyle- uyarısını yapmayı da ihmal etmez: “Seni sallandırdıkları zaman hepsi toz olur!” (Daha sonra: “Bu da bi şey mi ki?” Dercesine, bizim Deli’nin öngörüsü, ‘Denizler’in idamına kadar genişleyecektir ki aman sıkı durun!)
Ve devran döner, zaman gelir, darbe gerçekleşir.. Baradan’ın uyarısını o gün ‘deli saçması’ olarak değerlendiren eski başbakan, artık boynu bükük vaziyette, Yassıada’daki zindanın demir parmaklıkları arasından, ufuktaki bir yerleşim yerine, yani Baradan efendinin köyüne bakmaktadır..
Tüm ülke gibi bu küçük köyde de vaziyetler değişmiştir tabii.. Vatan Cephesi tabelası dama atılmış; köye ilk geldiği gün, aşırı şişman karısına sirk ucubesi muamelesi dahi yapılan Uzatmalı Çavuş (İlker Ayrık), zamanın efendisi ‘örfi idare’nin bir numaralı ‘lokal komutanı’ olarak, itibar görmeye başlamıştır..
Devrik ve sabık başbakanın idam edilecek olması, hem deli, hem de ‘demokrasi mücahidi’ Baradan’ın canını sıkmakta; iktidarken yaptıklarını tasvip etmese de sırf demokrasi için, Menderes‘in asılmasına karşı çıkmaktadır..
Bir gece Baradan’ın rüyasına giren Menderes, kendisini, köyün hemen karşısına düşen adadaki hapisaneden kurtarabilmesi için yapması gerekenleri ona bir bir anlatır..
Yüz bin kibrit çöpü toplayarak, bunların eczalarından bomba hazırlayacak olan Baradan, bir ucu köyde, diğer ucu Yassıada’da bulunan tüneli kullanarak, hem Menderes’i, hem de demokrasiyi -bi güzel- kurtaracaktır..
Rüyadan, Menderes‘in ona gösterip de tarif ettiği kroki elinde uyanan Baradan, köyün iki numaralı delisi olduğunu boynuna asılı bir transistörlü radyo marifetiyle anladığımız Anten (Sümer Tilmaç)’le birlikte kurtarma çalışmalarına hemen başlar..
Sinema Dediğin Herkesin İşidir Bizde Azizim
Memlekette Demokrasi Var‘ın konusu, ülkemiz yakın geçmişinin -hele ki sinemada- pek de değinilmeyen bir zaman dilimine denk düşmekte.. Bunu duyup da heyecanlanmamak mümkün değil; ama bu ‘teoride pek değerli’ fikrin, böylesine acemice bir komiklik curcunası içinde heba olduğuna tanıklık etmek de o denli acı..
Ne amaçla yapılırsa yapılsın, askeri darbeleri ve idamları asla savunmamak gerektiğinin -bi şekilde- vurgulanması, ‘neresinden tutsan, orası elinde kalacak’ bir nitelik gösteren bu yapımın tek değerli tarafı..
Aslında hem insani, hem de ülke siyaseti bağlamında derin bir trajedi içeren, tarihi ama bir yandan da ‘netameli’ bir gerçeği, komedi unsurlarıyla yumuşatarak, nisyanla malul ve meşhur insanımızı dürtüklemek, oldukça iyi bir fikir.. Lakin, bir takım karikatürize ve klişe tipler yaratarak, ne olursa olsun komik ve de ilginç olma çabası içinde saçmalamaktan hiç geri adım atmayan böylesi bir senaryoyla bu fikri gerçekleştirmek de mümkün olamazdı tabii..
Diyalogların kötülüğü de bir etken ama, iyi oyuncu olduklarını öteden beri bellediklerimizde dahi göze batan acemice haller, filmin bariz zafiyetleri arasına oyuncu yönetimini de dahil ederken; mütevazı bir dönem yapımı olarak, zamana ve şartlara uygun sanat yönetmenliği de neredeyse sıfır düzeyinde..
Altmışlı yıllara geldiğimizde, radyodan, günde yirmi dört saat sadece Zeki Müren şarkılarının duyulduğunu iddia eden film, darbe esnasında Hasan Mutlucan‘a serhat türküleri çığırtarak, 27 mayıs 1960’ı, 12 eylül 1980 ile karıştırıyor ki gayrı ne diyem!. Galiba şükretmek gerekir ki darbe anonsunu Kenan Evren‘e değil de Alparslan Türkeş‘e yaptırmışlar..
İzleyeli henüz beş dakika olmuş bir sahneyi bile flaşbek marifetiyle yeniden göstermenin manasını da, bir sürü sahnenin gereksizce uzatılmasını ve defalarca tekrarlanmasının hikmetini de -galiba kapasitemin yetersizliğinden- ben anlayamadım diyor; son olarak, bilmeyenlere ya da unutanlara şu hususu yeniden hatırlatma ihtiyacı duyuyorum: Sinema bir sanattır; sanatın temel direği de estetiktir.. Kötünün de, çirkinin de estetiği olur; osuruğun da!
Bu cümleden olarak, bir film, hayatın içinde yaşanan her şeyi, her anı içerdiği gibi osuruğu da içerir.. Ama seyirciyi güldürme amacıyla bir oyuncu film boyunca habire osurtulursa ortaya çıkan şey sanat olmayacağı gibi komik filan da olmaz.. En fazla osuruktan bir film olur!
Öte yandan, sinema yazısı da bence bir sanattır.. Lakin bunca ‘osuruk’ ihtiva eden böylesi bir yazı da -ister istemez- sanattan baya bi uzaklaşmış olur maalesef.. Demek ki ey sinemacı arkadaşım, yaptığın filmin olası zararı giderek senin işinin sınırını aşar ve bencileyin kendi halinde bir adamı bile kolayca zora sokabilir..
Lütfen işimize -özellikle de işimiz sanatsa- gereken ihtimamı mutlaka gösterelim; göstermeyenleri de -bi zahmet- dürtelim..