“Ben hâlâ siyah-beyaz filmleri seviyorum. Başka bir atmosfer sağlıyor siyah-beyaz. Evet, renkli de güzel ama, siyah-beyaz daha gerçek. Renkler yok olmuş ve her şey siyah beyaza dönüşmüş, müthiş güzel bir şey bu.”
Ertekin Akpınar imzalı 10 Yönetmen ve Türk Sineması adlı kitapta yer alan bu röportaj 10 Aralık 2004 tarihinde Ayhan Işık Sokak’taki Uğur Film’de yapılmıştır.
Ertekin Akpınar
Kaynaklardan 1920, İstanbul doğumlu olduğu olduğunuzu öğreniyoruz- İlk ve ortaöğrenim sürecinizden ve yaşadığınız çevreden biraz bahseder misiniz?
Kasımpaşa’da doğdum, iki yaşında Kocamustafapaşa’da bahçeli bir evde oturuyorduk. Babam Silivrikapı Karakolu’nda polisti. Ekonomik olarak büyük sıkıntı içerisinde büyüdüğümü hatırlıyorum. Üç kardeştik. Ailem beni beş yaşında anaokuluna verdi. Altı yaşında ilkokula başladım, iki sene eski yazı okudum. Üçüncü sınıfa geçtiğimde Latin harflerine başlamıştım. Okulu çok sevmedim. Ama öğrenci olarak başarısız bir öğrenci değildim. 4. sınıfta, Kumkapı’ya taşındık. Bu arada babam maliyeye geçmişti. On bir yaşında Kadırga İlkokulu’nu bitirdim. Daha sonra Vefa Ortaokulu’na gittim. Bu arada mahalle aralarında top oynamaya başladım. Bunun için babam çok kızar, hatta döverdi. Çünkü ayakkabılarım eskiyordu. Zaten varlıksız bir aile olduğumuz için aileme yük oluyordum.
Aileniz sizin futbol oynadığınızı biliyor muydu?
Hayır, bilmiyordu. Bir gün futbol oynarken kolumu kırdım ve yalan söyledim. Evimiz denize çok yakındı. “Kayalarda balık tutarken düştüm, kolum kırıldı” demiştim. Sonra kolum yanlış kaynadı. Tekrar kırdılar, alçıya aldılar. Bir ara kasığımdaki lifler koptu. Hâlâ babamdan futbol oynadığımı saklıyordum.
Memduh Ün, sağdan ikinci. Beşiktaş’ın 1941-45 yılları arasındaki ünlü kadrosunda.
O yıllarda sinemaya ilginiz nasıldı?
Ben on bir yaşındayken babam beni Şehzadebaşı’na götürmüştü. O semtte üç tane sinema vardı. Hilal, Milli ve Ferah Sinemaları. Bu sinemalar, 2. veya 3. vizyon iki film oynatıyorlardı. Milli Sinema diğerlerine göre daha klas bir sinemaydı. O sinemayı, bugünkü Emek sinemasının karşılığı olarak görebilirsiniz. Hilal ve Ferah sinemalarında daha ziyade kovboy ve avantür filmler oynardı. Hilal ile Milli Sineması’nın arası beş on metre kadardı. Ferah ile Milli Sineması ise karşı karşıyaydı. Hilal’in karşısında da Naşit Özcan‘ın Millet Tiyatrosu vardı. O yıllarda sinemaların üzerinde, sadece belediyelerin değil, maliyenin de hissesi vardı. Sinemalarda biletler numaralı olmadığı için, gişeden aldığınız bileti kapıdaki görevliye verdiğinizde onun elinde zaten yarım kesilmiş bir parça vardı. Siz fark etmeden onu size verirdi. O da kesilmemiş bileti tekrar gişeye verir ve o bilet yeniden satılırdı. Bakarsınız, sinemada 30 kişi görünürdü ama biletli sayısı 8-10 kişiyi geçmezdi. Bunu ya sinemacı, ya da gişeci ile bilet kesen kişi kendi arasında anlaşıp yapıyorlardı. Bunu yapmanın karşılığında belediyeye az vergi ödüyorlardı. Kaç bilet kesildiğini, belediyenin ve maliyenin çalışanları kontrol ederlerdi. Babam da maliye memuru olduğu için sık sık sinemaları kontrole giderdi. İşte o zaman beni, sinemanın kapısında durup bilet kesen Hamdi Bey’le tanıştırdı. Babam, “Öp amcanın elini,” dedi. Öptüm. Bana dönüp, “Sen ne zaman sinemaya gelirsen Hamdi amcanın elini öpeceksin,” dedi. Çarşamba, Cumartesi ve Pazar günleri okul tatil olduğunda hemen oraya çıkıp Hamdi amcanın elini öpüp sinemaya girerdim. Kovboy ve avantür filmleri izlerdim.
İlk izlediğiniz filmi hatırlıyor musunuz?
Altı veya yedi yaşında babamla izlediğim Kronştand Bahriyelileri‘ydi. Filmden hatırladığım, bahriyelilerin bacaklarıydı. Daha sonra, bugünkü Fitaş sinemalarının olduğu yerde Cosmograf Sineması’nda Mukaddes Kaplan diye bir sessiz film izledim.
Bu arada liseyi bitirdiniz…
Liseyi bitirdikten sonra Ziraat Fakültesi’ne girmek istedim. Ama sınavı kaçırdım. Bir süre Maliye’ye bağlı Kasımpaşa Tahakkuk Şefliği’nde çalıştım. Orada çalışırken akşamları işten çıktığımda Tepebaşı’ndaki Asri sinemasında maliye kontrol memurluğu yapıyordum. Çünkü bana ek olarak 1 Lira veriyorlardı. Bir sene sonra, Ziraat Fakültesi’ne yine giremedim. “Nerede okurum,” diye düşünmeye başladım. Sonrasında Tıp Fakültesi’ne karar verdim.
Tıp Fakültesi’ne başlamadan önce neleri okuduğunuzu öğrenmek istiyorum…
Bendeki okuma merakı çocuk dergileriyle başladı. Daha sonra ilgim, X-9, Dexter gibi çizgi romanlara doğru kaydı. 16-17 sayfalık Tilki Leman, Çekirge Zehra, Fakabasmaz Zihni, Cingöz Recai gibi çizgi romanları okurdum. Bunlardan sonra, Pardayanlar serisinden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Bir de Çarşıkapı’da, Amerikan ve İngiliz kütüphanelerinde çok zaman geçirirdim.
Bunlar halka açık kütüphaneler miydi?
Peki, Türk edebiyatından kimleri okurdunuz? Evet. Okuldan kaçıp bu kütüphanelere giderdim. Michel Zevaco, Alexander Dunıas, Tolstoy, Balzac, Dostoyevski gibi klasikleri oralarda okudum.
Mahmut Yesari, Peyami Safa, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Reşat Nuri, Yaşar Nabi bunlardan birkaçıydı. Bugünse, kitap dergileri okur, oralardan kitaplar seçerim. Aldığım kitaplar hoşuma gitmezse, bırakırım. Polisiye kitaplara merakım vardır. Bugün için daha ziyade Robert Lidium, Jean Cristopher Grange, Patrica Higsmith gibi yazarları tercih ediyorum.
Tıp Fakültesi’nde kalmıştık…
İlk yılda Fizik, Kimya, Hayvanat ve Nebatat adında dört ders vardı. Şimdi bu dersler, tıp fakültesinde hazırlık sınıfının dersleriydi. Okuldaki öğretmenlerimin tamamı Alman Yahudisi’ydi. Üniversiteyi okuduğum yıl, 1938. Savaş yıllarında, Alman Yahudilerini Almanya’dan kovulmuşlardı. Bilim adamlarının birçoğu Türkiye’ye gelmişti. Tıp fakültesini hiç sevmedim. Kimya, Fizik derslerini sevdiğim için o dersleri takip ederdim.
Okula ne kadar devam ettiniz?
Tıp Fakültesi’ne devam ederken Hava Harp Okulu’na gidip pilot olmaya karar verdim. Arkadaşlarım bana, “Sen şimdi oraya pilot olmaya gidiyorsun ama seni piyade de yapabilirler,” dedi. Ben de piyade olmaktan çok korkuyordum ve vazgeçtim.
Bu arada futbol oynamaya devam ediyorum. Maliyede çalışırken, 1. ligde Vefa futbol takımında oynuyordum. Daha sonra Vefa’dan lisansımı aldım. Bir süre sonra Rum takımlarında oynamaya başladım,
O takımlarda oynadığınız için ücret alıyor muydunuz?
Yok, hayır. O yıllarda takımların tamamı amatördü. 25 kuruş verdikleri zaman çok sevinirdim. O dönemde 25 kuruşa ancak sinemaya gidilirdi. Düşünün o yıllar, Cağaloğlu’nda bir yurtta kalırken sabahın 6 ya da 7’sinde antrenmana giderdim. Nasıl bir tutku değil mi? Zaten benim hayatımda üç tutkum olmuştur: Okumak, futbol ve sinema. Onun dışında başka bir hayat yoktur benim için.
Yanılmıyorsam, bir süre de Beşiktaş futbol takımında futbol oynuyorsunuz…
1940 yılında Beşiktaş futbol takımında oynamaya başladım. O zamanlar Baba Hakkı, Şükrü Gülesin, Şeref, Çengel Hüseyin gibi çok ünlü futbolcular vardı, iki yıl üst üste şampiyon olmuştuk.
Peki, okul devam ediyor muydu?
Evet, devam ediyordu, ama ben futbol oynamaktan okula gidemiyordum. Anatomi sınavına girmemiştim. Üçüncü sınıfta kaldım. Sınıfta kaldınız zaman, Sağlık Bakanlığı tarafından yurttan çıkarılıyordunuz. Eğer sınava girip geçerseniz sizi tekrar yurda alıyorlardı. Ben yurttan çıkarıldım. Sonraki yıl da sınava girmedim. Babamdan çekiniyordum. Annemle babam ayrılmıştı. Babam Beyoğlu’nda bir pansiyonda kalıyordu ve o yılları çok iyi yaşamadı. Okuyup sınıfı geçmem için babam bana para veriyordu. Çok utanıyordum. En sonunda Eskişehir’e kaçtım.
Eskişehir’de bir yakınınız var mıydı?
Eskişehir Şeker Fabrikası’nda yazları pancar alımı için bir muhasebe kuruluyordu. Oradaki kuruma bir mektup yazdım. Çağırdılar ve gittim. Orada da çalışırken Eskişehir Demirspor’la antrenmanlara çıktım. Ankara şampiyonu Ankara Demirspor, benim Eskişehir’de olduğumu öğrendi ve beni Ankara’ya çağırdı. Bir ay sonra oraya gittim. Hem Ankara Demirspor’da futbol oynuyordum hem de Devlet Demir Yolları’nda çalışıyordum.
Bu arada tıp fakültesini bırakmıştım ve gelecek kaygısına düşmüştüm. Askerliğimi yapmaya karar verdim. Yedek subay olarak Adana’ya gittim. Orada da futbol oynadım. Muhafızgücü askeri futbol takımı beni istedi ve Ankara’ya geri döndüm. 1946 yılında askerliğimi bitirip istanbul’a döndüm.
1947 yılında, daha önce beraber okuduğum bir arkadaşını bana, “Bir film için jön arıyorlar,'” dedi. O zaman oldukça yakışıklıydım, (gülüyor) Arkadaşım, “Filmi yapacak kişinin çok parası yok. Amatör bir oyuncu kadrosu kuruyorlar,” dedi. Kalkıp gittim. Yapımcı, meşhur Hürrem Erman, Erman Film. Benim fotoğrafımı çektiler. 500 lira istedim, 350 liraya razı ettiler. Oysa, İstanbul Şehir Tiyatrosu jönleri 200-300 lira alıyordu. Film Adapazarı’nda çekildi. Daha sonra, Damga filmi Taksim sinemasında vizyona girdi, ilk seansa gittim. Film bitti, iki kadın bayıldı. Bir adam fenalık geçirdi. Damga, korkunç bir melodramdı. Konusu şöyleydi: Ben sevdiğim kızı bırakıyorum, kız kanser oluyor. Ağrılar içerisinde ölüyor. Bu arada, hariciye memuruyum. Beni çağırıyorlar, geliyorum. Bu arada kadını bıraktığımda çocuğumuz olmuş. Neyse, filmin daha sonrasında, çocuk benim kucağımda, arkamda siyahlar giyinmiş bir ordu insan var. Fonda Mustafa Çağlar, Makber şarkısını okuyor. Görülmemiş bir melodram. Bu film insanları çok etkiledi. Gittiğim ilk seansta, izleyiciler beni tanıdılar. “Bizi ne hale getirdin,” diye üstüme yürümeye başladılar. Film üç hafta gösterimde kaldı.
Başlangıçta filmi kurgulayamamışlardı. Sonra bir kurgu cambazı olan Orhan Atadeniz‘i çağırdılar. Filmi o kurgulamıştı. Filmin kurgusu, Suriye Pasajı’nda Ses Film Stüdyosu’nda yapıldı.
Orhan Atadeniz’le arkadaşlığınız nasıl başlamıştı?
Tünel’e yakın bir yerde Efendi Bar vardı. Benim arkadaşım orada barmen olarak çalışırdı. Sık sık oraya giderdim. Orhan Atadeniz‘le orada tanıştım. Bir gün beni alıp stüdyoya götürdü. Film kurgusu çok ilgimi çekmişti. Sonraları ben barda, Orhan Atadeniz‘i beklerdim. Bazen gece 2’de gelirdi. Ben de onunla beraber kurguya giderdim. Sabaha kadar yapılacak olan filmin kurgusuna bakardım. Oradan da antrenmana giderdim.
Oyunculuk sürecinizi merak ediyorum…
Ben daha sonra Mümtaz Ener‘in yönettiği Karadeniz Postası filminde oynadım. Futboldan az kazanıyordum. Oysa sinemadan daha çok kazanmaya başladım. “Bu işte para çok. Bu işi yaparsam çok para kazanırım,” dedim. Para biriktirmeye karar verdim. Çünkü sinema işine girecektim. Bu arada, Damga filminde oynayan diş doktoru Arşavir Alyanak vardı. Sık sık onun muayenehanesine giderdim. O da Ermeni tiyatrolarında oyunculuk yapıyordu. O da benim gibi sinemaya çok meraklı birisiydi. Yönetmen olmak istiyordu. Onunla konuşur, dünyalar kurardık.
1951 yılında Alyanak‘ın tanıdığı, bir Ermeni, bir Yahudi, bir Rum Ceylan Film’i kurmuştu. Bu üç kişi, Saba Melikesi Belkıs adında bir film getirmişlerdi. Çok iyi para kazanmışlardı, yerli film de yapmak istiyorlardı. Ama azınlık oldukları için korkuyorlardı. En sonunda, Doktor bunlarla bir anlaşmaya vardı. Bir film çekecektik ve bu filmin yüzde 55’i onların, yüzde 45’i bizim olacaktı. Onlar bize para vermeyecekler, afişi bastıracaklar, stüdyo işlemlerini yaptıracaklar, negatif film ve plato temin edeceklerdi. Biz ise hem oyuncuları temin edecek, hem de pozitif filmi alacaktık. Prodüksiyon masrafları ortaktı. Neyse, filme başladık. Doktor yönetmen, ben de jöndüm. Filmin Adı, Hayat Acıları. Cahit İrgat kötü adam, Mine Coşkun kadın oyuncu. İyi iş yaptık. Bu arada Doktorla Yakut Film Şirketi’ni de kurmuş olduk.
*** Devam edecek… ***