Meander, türevleri arasında kendini en sert biçimde ifade etmiş bir film. Öyle ki; seyir boyunca olayların gizemini düşünmeye yer bırakmıyor, merak etmeye fırsat vermiyor. Adım adım stres yükü artarken tek kaygımız kaçış olmaya başlıyor. Şuradan bir kurtulalım, ne neden oldu sonra anlamaya çalışırız duygusuna esir oluyoruz.
Öncelikle film üzerine sporiler vermeden konuşmak imkânsız ama spoiler ile filmin seyir keyfi ne kadar zedelenir bilemiyorum, bu yüzden izlemediyseniz buradan sonrasını okumayın diyemeyeceğim zira okuyup izlemek de seyir keyfini yükseltebilir ama siz yine de dilerseniz önce izleyin.
Türevleri ifadem, yani öldükten sonra hayatınızın film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçmesi ya da öldükten hemen sonra sizi öldüren sepelerin bir çeşit kâbus gibi zihninizde filme dönüşmesi gibi…
Meander’de ise Lisa’nın hayatının film şeridini izlemedik. Görünen o ki; tüm yaşamsal fonksiyonlarını durduran bedende hala faaliyetlerine devam eden zihnin idrak süresini, ölümü kabullenmediği (ya da anlayamadığı) için yaşama dönme çabasını izledik.
Meander kesinlikle dini referansları olan bir film değil. Kabir azabı, cennet ödülü ya da öncesi cehennem cezası gibi mitlerle temas etmiyor. Meander’in derdi varoluş gizemi, ölümden sonra azap – ceza – ödül – ölümden sonraki yaşam gibi teorilerle ilgilenmiyor. Fiziksel/somut yok oluş ile zihinsel/soyut varoluş arasındaki çizgiye dokunmaya çalışıyor.
Bir takım rivayetlere göre, rivayet diyorum bilimsel olarak da bu yönde söylemler var ama elbette ki gerçeği “madde olarak yaşarken” bilmek gibi bir şansımız yok ve muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. Her neyse, biz yine rivayet diyelim, rivayete göre vücut yaşamsal fonksiyonlarını kaybettikten sonra bilinç bir süre daha veya sonsuz süre var olmaya devam ediyor.
Ne oluyor peki? Lisa bir manyak tarafından öldürülüyor, sonrası Meander! Lisa ölüp ölmediğinin farkın değil, ölmenin nasıl bir hal olduğu hakkında da fikri yok gibi ama zihni yaşamı algılamaya devam ediyor. Bedensel fonksiyonlar durmuşken zihnin hala anlamaya çalışması hali korkunç bir durum olmalı! İşte o anda Lisa gözlerini bir labirentte açıyor, sonrası yeniden ayağa kalkma çabası. Tüm mücadele öldüğü yerden kaçmak ile ilgili ancak bedensel olarak öldüğünü ve geri dönüşü olmayan bir güzergâha girdiğini idrak etmesi uzun sürüyor ve izleyici olarak biz de Lisa’nın çabasına tanıklık ediyoruz.
Meander pek tabi olarak bana da Cube çağrıştırdı ama değil, Cube yaşama dair, Meander ölüme dair. Cube’dan çok Richard Dawkins’in doğma şansı yakalamış ya da bu şansı hiç yakalamamış insanlar üzerine olan konuşmasını çağrıştırıyor. Her nereden geliyorsak, bedensel faaliyetlerimiz tükendiğinde aynı yere dönüyor olmalıyız ama bunun da bir kabullenme, bir idrak etme süreci var gibi… Lisa’nın yaşadığı da bu sürece dair görünüyor. Bu bağlamda yazarınız kendi adına Meander’in hem biçimde hem içerikte harika bir anlatımı olduğunu düşünüyor. Biçim ve içerik başarısı yanında izleyiciyi mahkûm ettiği stres dozu ve Gaia Weiss’ın üstün oyunculuğu ile tek mekânlı gerilim filmi kapsamında da fazlasıyla başarılı bir yapım.
Meander ya da menderes yani iç içe geçmiş, yinelenen bezeme! Yaşamak ve ölmek arasındaki anlamsız rutin gibi, basitçe doğarız ve basitçe ölürüz ama gerçekten bu kadar basit mi bilmiyoruz, olmamasını diliyoruz. Doğacak kadar şanslıysak öldüğümüze de anlamlı bir şeyler olsun isteriz, Lisa’nın bilincinin yaşamaya devam etmesi gibi…
O halde Richard Dawkins’in bu büyüleyici konuşması ile Meander övgülerimize son verelim;
“Hepimiz öleceğiz ve bu bizi şanslı kılıyor. İnsanların büyük bir kısmı asla ölmeyecekler, çünkü asla doğmayacaklar. Şu anda burada, benim yerimde olabilecek ama asla gün ışığını göremeyecek potansiyel insanların sayısı, Sahra çölündeki kumların sayısından fazladır. Kuşkusuz ki bu doğmamış hayaletler arasında Keats’ten daha başarılı şairler, Newton’dan daha büyük bilim insanları vardır. Tüm bunları bilebiliyoruz, çünkü DNA’mızın izin verdiği, var olabileceğini bildiğimiz insanların sayısı, gerçekte var olanların sayısını fazlasıyla aşıyor. Bu baş döndüren olasılıklara rağmen, siz ve ben, tüm sıradanlığımızla, buradayız.”
Richard Dawkins