Fransız çizer, tasarımcı, yönetmen Marc Caro Nisan 2008’de gerçekleşen 27. İstanbul Film Festivali’nin davetlisi olarak İstanbul’a geldiğinde kendisiyle röportaj yapma fırsatı bulmuştum. Radikal gazetesine yaptığım ilk ve son röportajdı bu. Festivalde Marc Caro’nun son filmi Dante 01 gösterilmişti. Ben filmi Emek sinemasındaki ilk gösteriminde izlemiş, öncesinde Caro’nun yaptığı konuşmayı dinlemiştim: “Bir delinin deliler hakkındaki filmi. Umarım beğenirsiniz!” demişti Caro. Salonu tıklım tıklım dolduran dinleyicilere kendini ve sinemasını anlatan Caro, sempatik, samimi ve en önemlisi de alçakgönüllü tavırlarıyla hayranlarının gönlünü bir kez daha kazanmakta hiç zorluk çekmemişti.
Ege Görgün (Landlord)
Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro Şarküteri’yi (Delicatessen) çektiklerinde yalnızca tüm sinefillerin ortak karar almışçasına tutkunu oldukları bir film ortaya koymamışlar, o güne kadar yerleşen Fransız sineması algısını sarsmışlardı. Bu bir “Fransız filmi” olamazdı. Fransızlar bile böyle düşünüyor olacaklardı ki, Caro’nun dediğine göre filmi uzunca bir süre “iki Belçikalı yönetmenin filmi” diye lanse etmişlerdi. Ardından ikili Kayıp Çocuklar Kenti’ni (The City of Lost Children) yaptı. Neyse ki çoktan “iki ünlü Fransız yönetmen” olmuşlardı da, yeni bir karışıklık yaşanmadı.
Caro ve Jeunet artık kendi filmlerini çekiyorlar. Peki yeniden bir araya gelmeleri mümkün mü? “Zamanın ne göstereceği belli olmaz tabi. Ama şu anda öyle bir şey söz konusu değil. Belki ikimiz de çok yaşlandığımızda bir araya geliriz. Beatles’ın yeniden bir araya gelmesi gibi bir şey olur.” Caro umutlanmamıza mahal verecek bir yanıt vermiyor bu konuda. Peki ya Jeunet ve Caro arasında ne gibi farklılıklar olabilir? Birbirlerine üstün geldikleri konular var mıdır? Hazır Caro’yu yalnız yakalamışken bu soruları biraz da ellerimizi ovuşturarak soruyorum:
“Öncelikle daha fazla film çekmiş bir yönetmen olarak o benden daha tecrübeli. Teknik olarak aramızda pek bir fark olduğunu düşünmüyorum. İkimizin farklılığı anlatım ve dil konusunda ortaya çıkıyor. O daha büyük kitlelere hitap eden hikayeleri seviyor, bense daha kişisel, içine kapanık, mistisizm yüklü hikayeler anlatmayı tercih ediyorum.”
Jean-Pierre benden daha popüler filmler yapıyor mu diyorsunuz yani, diye soruyorum durumu netleştirmek için. “Evet,” diye yanıt veriyor.
Caro sinemaya çizgi romancılıktan geçen bir yönetmen. Bu ona bir filmi başından sonuna sahne sahne çizebilme avantajı veriyor. Zaten kostümleri, set tasarımları ve film için özel olarak yaratılan ıvır zıvırları, kısaca görselliğiyle öne çıkan böylesi filmler için bu bir gereklilik ona göre. Jeunet-Caro filmlerinin üzerimizde bu kadar büyük etki bırakmasının sırrını biraz açıklıyor bu durum.
“Filme başladığımda film kafamda bitmiş oluyor bu sayede. Her ayrıntıyı düşünüp storyboard’a taşıyabiliyorum. Jean-Pierre ile iyi anlaştığımız konulardan biri buydu zaten.”
Yine can evinden vurmak için hamle yapıyorum: Çizgi roman mı sinema mı? “Artık kesinlikle sinema,” diyor. “Bu bir süreç ve sinema çizgi romandan bir sonraki aşama. Artık işin içinde hareket var, ses var.”
Panelde söylemiş olduğu bir şey dikkatimi çekmişti, Caro’nun. 300 filminin ileri sürdüğü düşünceleri iğrenç bulduğunu, bu tür filmlerden nefret ettiğini söylemişti. O filim çok beğenmiş biri olarak merak edip soruyorum, görsel yönden mükemmel olan bir filmi, hele ki bir çizgi roman uyarlamasını verdiği mesajdan bağımsız olarak sevemez miyiz?
“O yönetmenin (Zack Snyder) önceki filminin söylemini de iğrenç bulmuştum. Bence yönetmen verdiği mesajdan da sorumludur. Öyle bir propaganda filminin görselliği de beni çekmiyor zaten.”
Türk sineması hakkında fazla bir şey bilmediğini kabul ediyor Caro. Ama bir gün önce festival kapsamında seyrettiği Erden Kıral filmi Bereketli Topraklar Üzerinde’yi çok beğenmiş.
“Çok evrensel bir filmdi. Karakterlerin Türkçe konuşmaları önemli değil, aynı hikaye dünyanın başka bir yerine rahatlıkla uyarlanabilir, o karakterler başka bir dili de konuşuyor olabilirlerdi.”
Türkiye’ye gelir gelmez iki DVD almış hemen. Biri Dünyayı Kurtaran Adam, diğeri G.O.R.A. “Değişik bir ülkede yapılmış fantastik filmleri merak ederim hep. Gittiğim yerlerde bu tür filmleri edinmeye çalışırım. İkisini de adını buraya gelmeden önce duymuştum. G.O.R.A. bizim oradaki sinemalarda oynamıştı aslında ama seyredememiştim ben.”
Gelmeden önce kafanızdaki Türkiye imajı neydi, diye soruyorum ama ya çeviri sürçmesinden ya da yorgunluktan o bunu şu an için soruyorum sanıyor.
“Burasını Japonya’ya çok benzettim ben. Çünkü orda da böyle gelenekselle modernin birleşimi vardır. Burada da modern bir binanın hemen yanında geleneksel bir yapı ya da eski bir sokak görebiliyorsunuz. Keza kalabalıkta öyle. Buranın kalabalığı (İstiklal Caddesi’nin Cumartesi kalabalığını kastediyor olmalı) Tokyo’daki kalabalığı andırıyor.”
Söyleşi sonrası ben Dante 01’i izlemeye giriyorum. Tımarhane olarak kullanılan derin uzay istasyonu Dante 01’de yaşananları konu alıyor film. Caro’nun en çok etkilendiği film olarak adını zikrettiği 2001 Uzay Macerası’ndan ve Solaris’ten esinlenmeler açıkça görülüyor filmde. Caro, “İnsanlar şimdiye kadar ya bu filmi çok sevdi, ya da nefret etti, ortası yok” demişti panelde. Hazmetmesi çok da kolay olmayan bu filmi ben çok sevdim, ikinci kez izlememe yol açacak kadar sofistike buldum. Kıkırdamalara ve yanımdakilerin “yok artık” manasına gelen tepkilerinden yola çıkarak filmin finalinin salondaki pek çok kimseye fazla uçuk geldiğini söyleyebilirim. Ama sinemanın gerçeği yansıtanlar değil, hayal gücüyle dünyalar kuranlar safında yer almayı seçen Caro’yu düş sınırlarını zorladığı için kim suçlayabilir ki…