Justin Kurzel, 2011 güzünde Filmekimi’nde izlediğimiz ilk filmi Snowtown ile pedofil ve homoseksüelleri hedef alan bir grubun üyesi olan genç katil Jamie Vlassakis’in kafasının içine bizi hapsetmiş ve deyiş yerindeyse bize salonu dar etmişti. Kurzel, bizde bugün vizyona giren ikinci uzun metrajı, modern bir William Shakespeare trajedisi yorumu diyebileceğimiz “Macbeth”te de benzer bir şey denemiş; Macbeth’i yakıp kavuran iktidar hırsını olabildiğince seyirciye geçirmeye çalışmış.
Hikaye malum; bir dağ başında rastladığı üç cadı Macbeth’e (Michael Fassbender) üç kehanette bulunur. Tam cadılar kaybolmuşken kraldan mesaj getiren bir elçi -Baron Ross bu- Macbeth’e kehanetlerin ilkinin, yani Cawdor Baronluğu kehanetinin gerçekleştiği haberini getirir. İlk kehanetin gerçekleştiğini gören Macbeth, kral olacağı yönündeki son kehanetin de gerçekleşeceğini düşünerek eşi Lady Macbeth’in de yardımıyla (Marion Cotillard) önüne kim çıkarsa ezer geçer…
Yönetmen Justin Kurzel’in en büyük özelliği gerçekten de üstün ses tasarımları; sesi film dilinin en önemli parçalarından görüyor belli ki. Macbeth’i sesle tuvale aktarıyor resmen Kurzel, öyle ki, bu gerçekten de okullarda ders olacak cinsten. Gelgelelim filmde yaşayan tek şeyin ses olduğunu söylemek zorundayız. Kurzel, öyle bir dil yaratmış ki Macbeth‘de bir süre sonra ses tasarımına aldırmamaya başlıyorsunuz.
Şunu belirtmek gerek; Kurzel’in imgede bazı handikapları olduğu aşikar. Yönetmen Snowtown‘da şiddeti nesnel bir açıdan ele almaya çalışırken, bekli de farkında olmaksızın ortalama gerilim filmlerinde gördüğümüz hipergerçekçi bir evren kurmuştu. Macbeth‘de de bana kalırsa bir anti-estetik durum söz konusu: Kendi kendini kutsayan, aşırı dışavurumcu –dolayısıyla duygusal- bu estetik, fetişist bir hüviyete kavuşup filmin “şiir”ini öldürüyor resmen ilerleyen dakikalarda. Bu açıkçası hunhar bir dil –tıpkı başka bir açıdan Snowtown‘da olduğu gibi… Sonunda film angaryaya dönüşüyor ve bir karikatür halini alıyor büsbütün!
Eğer uyuyakalmazsanız eğer Michael Fassbender ve Marion Cotillard gibi iki büyük oyuncunun harika kompozisyonlarına şahit olma fırsatını yakalayacaksınız filmde. Ki geçen senenin de en iyi oyuncularından olan bu ikilinin Macbeth‘i bir nebze kurtardığı, az da olsa izlenebilir kıldığı ifade edilebilir sanıyorum.
Günümüzdeki tekniğin aşırı ilerlemesiyle artık ‘sinema’ yapmak iyice kolaylaştı. Ya da görünürde öyle olduğu izlenimi yayıldı her yana. Artık cebiniz dolgunsa iyi bir donanım ve ekiple teknik bakımdan gayet parlak işler ortaya çıkarabiliyorsunuz. Tabii teknik sadece tek başına yeterli olmuyor; biraz şiir de gerekiyor yanına.