27. Uluslararası İstanbul Film Festivali‘nde gösterilen olağanüstü belgesellerden biri de Kevin McDonald‘ın yönettiği Düşmanımın Düşmanı (My Enemy’s Enemy, 2007) idi. Belgesel Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie‘nin akıllara zarar hikâyesini anlatıyordu. Klaus Barbie büyük bir düşman iken, Soğuk Savaş’ın başlamasıyla nasıl bir anda ABD’nin kadim dostu haline geliyor ibretle izliyorsunuz belgeselde. Ama daha önce (ya da sonra) belgesellere konu olan Lyon Kasabı‘nın gerçek hikayesini bizden dinleyin istedik.
Ege Görgün (Landlord)
II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra kurulan Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi’nde Naziler “insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak” iddialarıyla yargılanmaya başladılar. İçlerinde pek çok ünlü isim vardı yargılananların. Bunda garipsenecek bir yan yoktu, asıl acayip olan savaş sırasındaki zalimlikleriyle efsaneleşen bazı başka ünlü isimlerin, örneğin Klaus Barbie’nin onların arasında olmamasıydı. Oysa Lyon Kasabı orada olmayı en çok hak edenlerin başında geliyordu.
Tüm dünyayı etkisi altına alan korkunç savaş sona erdiğinde büyük düşmanlar alt edilmiş ve görünüşte dünya barışının önünde bir engel kalmamıştı. II. Dünya Savaşı’na nazlanarak (ve zorlanarak) da olsa katılan ABD, Nazi kabusunun sona erdirilmesinde büyük pay sahibi olmuştu. Ama belki süper güç olan ülkelerin egolarıyla birlikte fobileri de sağlıksız bir biçimde büyüdüğünden, belki savaş ortamının yarattığı hastalıklı bir müptelalıktan, belki de böylesi, ülkeyi idare ederken daha çok işlerine geldiği için, düşmanlarını daha henüz bertaraf etmiş ABD halkının sevdiği yaşam tarzını ve ülkenin geleceğini tehdit eden yepyeni bir düşman atadı kendine: Komünizm.
Soğuk Savaş adı altında sürdürülecek bu mücadelede Atom Bombası’ndan farklı silahlar kullanılacaktı. Casusluk ve haberalma konusunda yeni metotlar geliştirmek gerekiyordu. Ülkenin esenliği için bu uğurda alınabilecek her türlü yardım, başvurulacak hür türlü yol mübahtı. Klaus Barbie adı böyle bir ortamda gündemlerine geldi.
Klaus Barbie’nin bir Nazi olarak portesi
1913 yılında Bonn yakınlarındaki Bad Godesberg’de doğan Klaus Barbie katolik babasının da öğretmenlik yaptığı bir okulda aldı ilk eğitimini. Gençliği Nazilerin etkisini giderek arttırdığı bir Almanya’da geçti. 20 yaşına geldiğinde O partiye katılmış, parti de iktidara yükselmişti. Barbie beş sene sonra, yani 1935’te SS’in bir kolu olan SD’ye (Sicherheitsdienst) katıldı. Haberalmadan sorumlu bu serviste sorgulama teknikleri konusunda uzmanlaşan Barbie savaşın başlamasından üç yıl sonra, 1942’de ayaklanmaları bastırmak üzere önce Hollanda’ya, ardından Fransız Direnişi’nin kalesi kabul edilen Lyon’a gönderildi. Azmiyle, acımasızlığıyla ve başarılarıyla dikkat çeken Barbie parti tarafından Lyon’daki Gestapo’nun başına getirilmişti. Ona verilen görev ise gayet açıktı: Fransız yeraltı direnişini yok etmek.
Amirlerinin güvenini boşa çıkarmaz Barbie. Elindeki esirlere yaptığı işkenceler neticesinde aldığı bilgiler sayesinde Fransız Direnişi’nin en büyük kahramanı Jean Moulin’i ele geçirir. (Barbie’nin tüm “sorgulama metotlarına” rağmen hiçbir sırrı ifşa etmeyen Moulin’a kimin ihanet ettiği bugün bile hala bilinmemektedir.) Barbie sonradan inkar etse de, Moulin’ın onun elinde can verdiğine inanılır.
Tuttuklulara bizzat işkence yapan ve 4000 kişinin ölüm kararını veren, çok daha fazlasının ölümünden dolaylı olarak sorumlu olan Klaus Barbie’nin o pek meşhur lakabını kazandığı yerdir Lyon. Savaş sırasında kimsesiz Yahudi çocuklarının Lyon yakınlarındaki Izieu’de barındırılmaktadır. 6 Nisan 1944’de Barbie’nin bizzat başlarında bulunduğu bir Gestapo birliği buradaki yetimhanede bulunan 44 çocuğu tutuklayıp toplama kamplarına göndermiştir. Çocuklardan 42’si Auschwitz toplama kamplarındaki gaz odasında can verir. Diğer iki çocuğun kaderinde ise Estonya’da yakılmak vardır.
Auschwitz’de ölen tüm çocuklar yalnızca bu 42’si değildir elbette. Kamptan sağ kurtulanlardan biri, ancak ve ancak 1987’de tam 73 yaşında yargılanabilen Barbie’nin mahkemesinde acı gerçeği şöyle dile getiriyordu.
“Bizimle birlikte kampa gelen onca çocuğun ne olduğunu merak ediyordum. Kampta bir tek çocuk bile görünmüyordu. Sonra orada daha uzun bir süredir bulunanlardan biri bize gerçeği söyledi. ‘Şu bacayı görüyor musun, hiç durmaksızın duman tüten hani…yanmış et koksu burnuna gelmiyor mu?’”
Klaus Barbie’nin “iyi bir adam” olarak portresi…
Tepesinde iki tane büyük bomba patlatılan Japonlar dersini almış, Naziler’in kökü kazınmış, dünya barışı yeniden tahsis edilmiştir ama ABD yine de rahat değildir. Çünkü onlar nasıl Japonlar’a attıysa, onların da tepesine bomba atabilecek, bir gece yarısı ülkeyi istila edip namuslu ev hanımlarının koynuna girebilecek, çocukları ham yapacak, daha da kötüsü (Allah korusun!) komünizm gibi şeytani bir düşünce şeklini insanların kafasına sokabilecek bir düşman vardır karşısında: SSCB. Eski dost artık düşman olmuştur. En iyi haberalmayı yapanın, en çok istihbaratı toplayanın, en kandırıkçı, en uyanık olabilenin kazanacağı Soğuk Savaş tüm hızıyla başlamıştır. Casusların altın döneminin yaşanacağı bir zamanda en değerli adam tecrübeli olandır. Yüzlerce kişiyi sorguya çekmiş, onlardan bilgileri söke söke almış, tek başına Fransız Direnişi’ne büyük darbeler indirmiş, tarihin en önemli yeraltı savaşçılarından Jean Moulin’ı yakalamış, Avrupa’yı avucunun içi gibi bilen, çok güçlü bağlantıları ve muhbirleri olan Klaus Barbie eşsiz tecrübeleri sayesinde büyük bir değere sahiptir. Savaş zamanı, ülke güvenliği söz konusuyken sıradışı yöntemlerin, aşırı görünebilecek eylemlerin göze alınabileceği düşünülürse, Klaus Barbie’nin Amerikan haberalma kurumları için çalışmasından daha doğal bir şey yoktur.
Ve bu gibi yaklaşımlarla Barbie ABD himayesi altına alındı. Yararlı olduğu sürece kullanılacak, işlevi sona erdiğinde ise Fransızlar’a teslim edilecekti. Önce ailesiyle birlikte güzel bir eve yerleştirildi, iyi bir maaşa bağlandı. Lyon Kasabı artık komünizmle savaşan “iyi adamların” tarafındaydı. Barbie ABD himayesinde olan tek savaş suçlusu Nazi değildi elbette. Yalnızca bilinenlerin sayısı yüzü buluyor, bir de bilinmeyenler vardı. ABD’nin kaynak ve silah temin ettiği bu grup Avrupa’da uzun süre faaliyet gösterdi. Amaçları olası bir Rus istilasına karşı hazırlıklı olmak, sol kanadın iktidara gelmesini engellemek, gerektiğinde suikastlar, bombalı eylemler yapmaktı. Bir yanda da gizliden gizliye kendi ajandalarını takip ettiklerine inananlar vardı: Üçüncü Reich dönemini yeniden hayata geçirmek. (Frederick Forsyth’ın sinemaya da uyarlanan Odessa Dosyası (The Odessa File, 1972) adlı romanı bu ajandayı konu almaktadır.)
Barbie ve ABD’nin Avrupa’daki işbirliği 1951’e kadar sorunsuz devam etti. Ama o zamana kadar ABD’ye sesini yükseltmeyen Fransa sonunda dile gelip Barbie’nin kendilerine teslim edilmesini istedi. Kendilerine engin tecrübelerini sunan, gerektiğinde danışmanlık hizmeti aldıkları değerli müttefiklerinden vazgeçemeyen ABD değerli müttefiğini güvenli bir yere taşımaya karar verdi. Bu taşıma işinde kendisine Vatikan yardımcı olacaktı. Daha önce de Papa’nın bilgisi dahilinde anti-komünist savaş suçlularının (Joseph Mengele ve Adolf Eichmann gibi) kaçırılmasında rol alan Vatikan’da bu operasyonun sorumluluğu Hırvat rahip Krunoslav Draganović’e verilmişti. Barbie, ABD ordusuyla sıkı fıkı ilişkiler içinde olan Draganović’in sağladığı imkanlarla önce Juan Peron’lu Arjantin’ine, sonra da Bolivya’ya geçti. İsmini Klaus Altmann olarak değiştiren Barbie’nin emekli olmaya niyeti yoktu. ABD himayesinde başladığı mücadelesine burada da devam etti. Bir iddiaya göre Che Guevara’nın ölü olarak ele geçirilmesinde bile onun parmağı vardı. Bolivya ordusuyla ilişkileri, bir Nazi olarak nasıl saygı gördüğü düşünülürse akla mantığa hiç de aykırı gelecek bir iddia değil bu. Kesin olan tek şey Barbie’nin, tecrübelerini kokain ticaretiyle 1980’deki iktidarıyla kaynaştıran Bolivya diktatörü Luis García Meza Tejada ile paylaştığı ve kurulan bu anti-komünist diktanın danışmanlığını yaptığı. Tıpkı bir başka Nazi savaş suçlusu ve mobil gaz odasının muciti Walter Rauff’un Pinochett’nin danışmanlığını yapması gibi. Nazi ideolojisi ölümlerin, işkencelerin,baskıların, faili meçhulların ve ortadan kaybolmaların coğrafyası Güney Amerika’ya transfer olmuştu sanki.
Barbie’nin Bolivya’da saygın ve nüfuslu bir iş adamı olarak sürdürdüğü hayat 1971 yılında sekteye uğrar. Efsanevi Nazi avcıları Serge ve Beate Klarsfeld onun izini bulmuş, yerini belirlemişlerdir. Fransa Lyon Kasabı’nın iadesini ister ama Bolivya hükümetinin tüm kademelerine nüfus eden etkisi sayesinde Barbie, Bolivya’da özgür bir adam olarak yaşamaya devam etti. 19 Ocak 1983’te, seçimle başa gelen nadir başkanlardan biri olan Hernán Siles Zuazo 1951’den beri ülkesinde yaşayan, diktalara zaman zaman sorgu uzmanı olarak danışmanlık yapan Barbie’nin tutuklanması ve Fransa’ya iade edilmesi emrini verdi.
Uluslararası terörist Çakal Carlos ve Sırp lider Slobodan Mloseviç gibi isimlerin avukatlığını yapan “Şeytanın Avukatı” lakaplı Jacques Verges, Klaus Barbie’yi de savundu.
1987’de Lyon’da yargılanan Barbie insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı ömür boyu hapse mahkum edildi. Lyon Kasabı yüzlerce kişinin vicdanı için bile çok ağır gelebilecek suçları için topu topu 7-8 yıl ceza çekti. Barbie 1991 yılında Lyon’da yattığı hapishanede öldü. İnsanlığın kanseri sayılabilecek bu adamın cellatı kan kanseri olmuştu.
78 yaşına kadar dünya üzerindeki pek çok masum insandan çok daha rahat koşullarda yaşayan bu adam, günahlarının cezasını çekmeden ayrılmıştı yaşayanlar arasından. Bu konuda ilahi işleyişi sorgulamak tamamen gereksiz, çünkü çoğu kez olduğu gibi bu kez de kabahatli olan insanlar ve onlar tarafından inşa edilmiş olsa da artık bağımsız olarak işleyip kendi çıkarlarını gözetir hale gelmiş sistemler. İnsanların yarattığı robotların kontrolü ele aldığı o ikinci sınıf disütopik bilimkurgu eserlerini düşünüyorum. Galiba onlar çoktan gerçek oldu ama, biz “robot”un hep gerçek anlamına takılıp kaldığımızdan durumun bir türlü farkına varamıyoruz.