Her bilimkurgu okurunun, en azından her Dune okurunun bu büyük saga hakkında bir fikri vardır. Bu fikirler hayranlık içerir mutlaka çünkü büyük bir yaratımın içinde gezindiğimizi biliriz. Hatta Arthur C. Clarke, Dune kitabını “Yüzüklerin Efendisi kadar büyük” olarak niteler. Gerçekten de Dune hem -Yüzüklerin Efendisi’nden fersah fersah ileride olan- siyasi teması, hem de insana ve topluma bakışıyla uzaylıların ortada koşuşturduğu veya gençlerin birbirini avladığı alelade bir bilimkurgu değildir. Öznel bir psikolojik ve sosyolojik gözlemin ürünüdür. Felsefik bir yapıt olduğunu rahat rahat söyleyebiliriz.
Hal böyle olunca, her felsefi eser gibi Dune’u yorumlamak da büyük bir tartışa konusudur mevzuya hakim olanlar için. 1984 yılında David Lynch gibi usta bir yönetmenin elinden çıkan film, bekleneni belki de bu yüzden verememişti. Filmlerinde yarattığı atmosfer ve felsefik paradokslarla ünlü Lynch için “agorafobik” bir metin sayılabilirdi Dune. O karanlık odalarından çıktığında, Lynch’in üzerine bir kriptonit etkisi çullanıyor gibi gelmiştir hep bana. Dune’da da kesinlikle kötü bir işçilik yok ama tam da bahsettiğim bu kriptonit etkisi var bana sorarsanız; sıradanlaşmak…
Dune’un vizyona girdiğinde uzun süresinden yakınıldı, oyunculuklar çok sevilmedi, hikâyenin yeterince iyi anlatılamadığı yönünde eleştiriler getirildi. Hepsi de haklı eleştirilerdi. Alejandro Jodorowsky‘se tam o sıralarda “Oh, oh… berbat olmuş” diyerek sinema koltuğunda seviniyordu…
İşte bu belgesel Jodorowsky’nin neden “oh” çektiğinin belgeseli. Lynch’ten çok önce Dune’u çekmeyi kafasına koyan, bu yolda büyük çabalar gösteren, Moebius gibi bir şöhrete storyboardlar çizdiren, oğlunu bir savaşçı olarak yetiştirmek için günde saatlerce idman yaptıran (aynı Duke Leto gibi), filmin müzikleri için Pink Floyd‘la anlaşan, Orson Welles, Mick Jagger ve Salvador Dali‘yi ilginç rollerde görebileceğimiz Jodorowsky’nin Dune’unun hikayesine ve bu isimleri nasıl bir araya getirdiğine dair hikayelere odaklanıyor bu belgesel ve tabii ki nasıl bu filmin iptal edildiğine de.
El Topo ve Holly Mountain ile birlikte büyük sükse yapan ve “gece yarısı filmi” kavramını ana akım dolaşıma sokan Jodorowsky yer yer kendi anlatıyor yapmak istediklerini, yer yer de bu filmin ön prodüksyon aşamasına dahil olan kişiler konuşuyor.
Bu film çekilseydi nasıl olurdu sorusuna belirgin bir cevap veriyor aslında bu konuşmalar ve hazırlanan materyaller. Bu izlenimleri izleyip kendi fikrinizi edinmenizi istediğim için fazla girmiyorum bu konuya ama şöyle diyordu belgeselin bir yerinde Jodo, (arkadaşları ona Jodo derlermiş, bu da filmden öğrendiğimiz şeylerden biri) “Ben teknisyenler istemiyorum. Paul Atriedes benim Mesih’im olacaktı, o yüzden ekibim de ruhani savaşçılar olmalıydı.” Bu adeta Lynch’in Dune’unun eksiğiydi. Yaratıcılık takınıtılı Jodorowsky’nin Dune’u elbette Frank Herbert’ın Dune’u da olmayacaktı. Tam da onu izleyen ve bilenlerin hayal edebileceği bir Dune olacaktı.
Başarsaydı ne olurdu? Muhtemelen çok daha renkli, çok daha fazla yapım hikayesi olan bir Dune izlerdik. Frank Herbert zebra desenli uzay gemilerini görseydi pek mutlu olur muydu? Bundan emin değilim. Dük Leto’nun hadım olmasını seveceğini hiç mi hiç sanmıyorum ama Harkonen Şatosu’nun bizzat şişko Baron Harkonen’in kendisi şeklinde yontulması ve zalim Baron’un kendinin içinde yaşıyor olması fikri hoşuna gidebilirdi!
En azından Lynch’in Dune’u gibi unutulmaya yüz tutan bir film olmazdı Jodorowsky’nin Dune’u…
İşte bu belgesel, bu çabanınve Jodorowsky’nin beyninin içinde dönen asidik patlamaların belgeseli…