Yoksulların, eşitlik ve adalet mücadelesinin asker postallarıyla ezildiği; yoksulların daha da yoksullaştığı, yoksunlaştığı bir dönemde, 1983 yılında “Sevgili Arsız Ölüm” kitabıyla yoksulları anlatmaya başladı Latife Tekin. Türkiye Edebiyatı’nda daha önce de anlatıldı kuşkusuz yoksullar, gerçekçi ve toplumsal romanlarda onların hayatları, yaşam koşulları dile getirildi. Ama Tekin’in anlatısı bu çizginin dışındaydı. Masalsı, fantastik bir yanı vardı anlatısının, ama bir o kadar da gerçekçiydi.
Turgay Özçelik
Kitap yayınlanır yayınlanmaz, büyük bir tartışma başlattı. Henüz 27 yaşında, lise mezunu bir kızcağızın, böylesi bir romanın yazarı olamayacağı söylendi. Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” isimli romanına benzemekle suçlandı “Sevgili Arsız Ölüm”. Ancak Latife Tekin, Mehmet Fuat’ın bu durumu öngörerek verdiği tavsiyeyle, ilk kitabı yayınlanmadan, ikinci kitabını da yazıp bitirmişti. İlk kitabın hemen ardından “Berci Kristin Çöp Masalları”nın yayınlanmasıyla, hakkındaki eleştiriler son buldu.
İlk iki kitabıyla 80 sonrası Türkiye Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olacağını ispatlayan Tekin, 1984 yapımı “Bir Yudum Sevgi” filminin senaryosunu yazdı. Filmde eşi çalışmayan, dört çocuğuna kendisi bakmaya çalışan mutsuz bir kadının, bir fabrikada işe başladıktan sonra bilinçlenme süreci ve hayatına müdahale etmeye başlaması anlatılıyordu. Filmi Atıf Yılmaz yönetti.
Solculardan tepki alıyor
Tekin, 1986 yılında yayınlanan “Gece Dersleri”nin kahramanı yine bir kadın hikayesi anlatıyordu. Solcu bir örgüte mensup Gülfidan’ın “ben” olma sancısı dile getiriliyordu romanda. Roman darbeyle yenilgiye uğrayan solun, kendini sorgulama süreci olarak da değerlendirilebilecek bir özelliğe sahipti. Üstelik aynı yıllarda birçok sanat dalında, “birey”i merkeze alan anlatılar oldukça fazlaydı. “Gece Dersleri” kendisi de solcu olan, sol bir örgüte üye olan Latife Tekin’in solcu çevreler tarafından dışlanmasına yol açtı. Oysa kendi ifadesine göre, en çok da solcuların tartışması gereken bir konuyu anlatmaya çalışmıştı romanında. “Bunu yazmasaydım gerçek bir yazar olamazdım” dediği “Gece Dersleri”, Latife Tekin’in yalnızlık hissini yoğunlaştıran bir kitap oldu.
Latife Tekin’in “Buzdan Kılıçlar” isimli kitabı, yazarın eleştirel söylemini devam ettirmekle birlikte, kullandığı fantastik-gerçekçi dilin daha belirgin olduğu bir roman. Romanda bir kentin gecekondu mahallesinde yaşayan üç kardeşin öyküsü anlatılıyor: Halilhan, Mesut ve Hazmi Sunteriler. Üç kardeş, Halilhan’ın en yakın arkadaşı Gogi(Dursun Ahmed)’nin de yardımıyla, zamanında kurdukları, ama iflas eden Teknojen şirketini tekrar canlandırmaya çalışıyorlar. Halilhan, daha önce şirketin parasını harcayarak, kendisine bir araba(Volvo) aldığı için, kardeşleri bu ortaklığa sıcak bakmıyorlar. Ama Gogi’nin ikna kabiliyeti ile tekrar bir araya geliyorlar. Ancak Halilhan yine şirket parasını harcayınca, bu kez sadece kardeşleriyle değil, Gogi ile de arasına mesafe girmesine engel olamıyor.
Latife Tekin’in romanda öne çıkan anlatım tarzı, “büyülü gerçekçilik” olarak adlandırılan akıma dahil ediliyor. Latin Amerika kökenli yazarların öncülüğünde gelişen bu akımın en önemli yazarları arasında Gabriel Garcia Marquez, Jose Saramago, Günter Grass, Patrick Süskind gibi isimler yer alıyor. “Büyülü gerçekçilik”, gerçekçi olarak tanımlanabilecek anlatım tarzının içerisine sihirli, mantık dışı, fantastik unsurların dahil edilmesiyle oluşuyor. Tekin, “Buzdan Kılıçlar”ın daha ilk sayfasında, söz konusu anlatım tarzının ipuçlarını veriyor okuyucuya:
“Caminin iç avlusundaki kocaman Eskimo evini ve yedi cücelerin kardan heykellerini, öyle bir umursamadılar ki, onların gördüklerine ve anlattıklarına inancım ta kökünden sarsılıp devrildi.”
Yoksulların dili de pılık pırtık
Anlatımdaki fantastik yöne destek veren en önemli unsur da, romanda kullanılan dil. Halilhan Sunteriler’in bozuk Türkçesi, romanın geneline hakim olmuş durumda, ve dildeki bu bozukluk, onun aynı zamanda büyülü ve gerçek dışı yanını da kuvvetlendiren en önemli etken. Sunteriler’in dili, esasında “argo” olarak adlandırdığımız dilin ta kendisi, ama bu “argo”, Halilhan’ın ve diğer roman kahramanlarının izledikleri televizyondan, okudukları gazetelerden, daha doğrusu özendikleri hayatlardan devşirip öğrendikleri ve yoksul hayatlarına dahil ettikleri kelimeler ve cümle kalıplarıyla desteklenen eklektik bir dil. Ama bu eklektik dil en kuvvetli biçimde Halilhan karakterinde görülüyor. Bu dil sayesinde Halilhan’ın diğer yoksul kesimden farklılaştığını görebiliyoruz.
Romandaki kahramanların tamamı ve geriye kalan pılık pırtık adamların hepsi, kıyısında yaşadıkları kentin merkezinde yer alan hayata özenerek geçiriyorlar yaşamlarını. Amaçları parayı bulmak bir an önce. Bu konuda da oldukça yaratıcılar. Hayalgüçleri oldukça gelişmiş durumda, bu konuda sınırları zorlayan da Halilhan kuşkusuz.
“Halilhan Sunteriler, o havalinin, yoksulluk duygusunu bir otomobil biçiminde cisimleştirme şansına sahip olmuş ilk yoksuluydu.”
Bu yüzden mahallenin geri kalanları, hayranlıkla karışık gerilimli bir hissiyatla yaklaşıyorlar Halilhan’a. Altındaki Volvo’suyla, şehrin diğer tarafına dahil olabilmeye en yakın adam o çünkü mahallede. Üstelik Tekin’e göre, yoksulların eşya ile kurmuş olduğu ilişki çok önemli. “Yoksullar ülkesinin sınırlarını gösteren harita”dır eşyalar.
“Karnımızı doyurmak için çırpındığımız her anı eşyalarımızda dondurup saklamamız boşuna değildir. Soluk alıp verdiğimizi, geçmişte de var olduğumuzu kendimize kanıtlama ihtiyacı içindeyiz.”
Yoksulluk acınacak bir durum değil
Latife Tekin, yoksulları “pılık pırtık adamlar” diye adlandırarak, o güne kadar yoksulları ifade eden egemen anlatıyı eleştirir aslında. Tepeden ve dışarıdan bakan, yoksulları salt yoksul olmalarından kaynaklı olarak, sürekli ezilen, yardıma muhtaç insanlar olarak gören anlayışı sorgular. Ona göre, yoksulların da kendi düşünceleri, hedefleri, planları, arzuları, zevkleri vardır. Yoksulluk dışarıdan acıma duygusuyla bakılacak bir konum değildir. Hatta zevkli yanları vardır yoksulluğun Tekin’e göre. Tekin’in bu anlayışı, o güne gerçekleştirilmeyen bir bakış açısıyla konuya yaklaşılmasını sağladı kuşkusuz. Ama yoksulluğu yüceltiyor diye de eleştirildi çokça.
Bana kalırsa “pılık pırtık adamların” sınırlarını belirten eşyaların, çok da geniş alanlar oluşturmamasından kaynaklı olarak, daha içten ve samimi bir şekilde hayata tutunabildiklerine katılıyorum. Ancak Tekin’in yaklaşımı biraz Anarşistçe, ve modernizmi toptan reddeden bir tavır. Hayat ne kadar sade olursa, o kadar değerli olur, insanlar da o kadar mutlu olur diye düşünüyor. Oysa yoksulların durumundaki sadelik, yoksunluk aslında. Daha iyi sağlık hizmeti, daha iyi eğitim, daha iyi beslenme, daha iyi giyinme gibi en temel insani ihtiyaçlar açısından bile bakıldığında bile durum anlaşılabilir.
Buzdan Kılıçlar
Latife Tekin
Metis Yayınları, 1990, 156 s.