Cüneyt Arkın filmleriyle ilkin yazlık sinemalarda tanıştım ben. Okuma yazma öğrenmeden çok önce onun adını öğrenip, ezberlemiştim. Yanlış öğrenmiştim ya. Ben Cüney Tarkın diyordum ona çocuk aklımla. Şimdi hatırladım, Alain Delon da, benim deyişimle Alain De Delon idi. Bruce Lee ise tabii ki Bruş Li… Ama sırf benim için değil, çoğu Türk için öyleydi o zamanlar.
Kahraman dendi mi aklımıza Cüneyt Arkın gelirdi bizim. Conan da oydu bizim için, Superman de. Han Solo da oydu, Jackie Chan de. Dünyayı kurtaran da, kahpe bizanslılara diz çöktüren de, mafyayı ezen de, ninjalara dersini veren de, havada uçabilen de hep Cüneyt Arkın’dı. Ecnebiler gibi her filme ayrı bir yıldız, ayrı bir kahraman lüksümüz yoktu bizim. Bir tek Cüneyt’imiz vardı ve o da bir Türk dünyaya bedeldir sözünün doğruluğunu kanıtlarcasına gavurların topunun yaptığını tek başına yapardı. Onlar gibi litrelik pet şişe kahraman değil, konsantre kahramandı Cüneyt Arkın. O zamanlar kendisine rakip olabilecek yalnızca iki kişi vardı: Wang Yu ve “Bruş Li.”
Bruce Lee önemli tabi. Ona sevgimizi facebook’taki grubumuz (I Love Bruce Lee) sayesinde herkeşler biliyor artık. Belki dünyaya sıradan bir insan olarak gelmişti ama öteki tarafa göçerken artık çoktan bir insan olmaktan çıkmış, bir fenomen halini almıştı. Çevirdiği bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda film ölümsüzlüğünü ilan etmesine yetmişti. Uzakdoğu dövüş sanatlarıyla yakından uzaktan alakası olmayan insanların bile gönlüne taht kurmuştu o. Bunu da Kung- Fu sanatını sergilerken gösterdiği ustalık ve zerafet sayesinde başarmıştı. Bir başka Bruce Lee gelmeyeceği kesin dünyaya, ama bu tahtının boş kalacağı anlamına gelmemeli bence.
Jet Li, Wang Yu, Jackie Chan kendi kulvarlarının tartışmasız şampiyonları ama tarz olarak Bruce Lee’nin tahtına uygun düşmüyorlar benim gözümde.
Marc Dacascos‘u Bruce Lee’nin tahtına en uygun adayolarak görüyordum zamanında. Dövüş sahnelerinde Bruce Lee’nin estetiğine ve zerafetine yaklışıyordu bana kalırsa. Karizması yerindeydi. Ama bilmem niye, bu iddiamı dünyaya ispatlayabileceği bir film nasip olmadı kendisine. İkinci sınıf filmlerde sıkışıp kaldı hep. Hawai doğumlu aktörün yüzüne şans bir kez güldü. Onda da söz konusu film, gişeye yönelik değil de, yönetmenin hayallerine hizmet eden bir film olarak ortaya çıktığı için gişe savaşlarında arada kaynadı gitti. Ancak konuya muhabbet besleyenlerin gözünden kaçmadı bu film. Filmin adı Crying Freeman (1995) idi, türkçeleştirilmiş haliyle Samurayın Gözyaşları.
Bir mangadan (Japon çizgi romanı) sinemaya uyarlanan Crying Freeman içerdiği erotizm ve şiddet yüzünden ABD’de sansürle yayınlanabilen bir çizgi roman. Marc Dacassos’un başrolünü oynadığı bu filmde Tcheky Karyo ve Mako gibi tanıdık simalar da rol almıştı.
Söylediğimiz gibi bu öncelikle yönetmenin hayallerine hizmet eden, yani yönetmenin “neyi nasıl çekeceğine” tamamen kendinin karar verdiği ve gişe getirecek klişelerden uzak durduğu bir filmdi. Çizgi roman müptelası olduğu bilinen yönetmen Christophe Gans çizgi roman tadında bir film yapmak istemişti. Ve filmin görselliği ve içeriği dikkate alındığında, bunu gayet de iyi başarmıştı. Çizgi romanları sinemaya uyarlayıp başarılı olmak oldukça zor iş. Gişe filmi ya da iyi film yapmak arasında önemli bir tercih yapmak gerekiyor bazen. Her iki seçimin de kendine göre getiri ve götürüleri var. Sanırım çizgi roman tadında bir film yapmanın en iyi yolu, bir çizgi roman karakterini ve hikayesini doğrudan beyaz perdeye taşımaktansa, çizgi roman prensipleriyle sinema diline uygun düşecek bir film yapmak. Nasıl mı? Bakınız; Dark City (1998), Unbreakable (2000), 13. Savaşçı (1999) ve Brotherhood of the Wolf (2001) yani Kurt Kardeşliği.
Muhteşem bir film: Brotherhood of the Wolf
Brotherhood of the Wolf, Gans ve Dacassos’un birlikte çalıştıkları ikinci film. Gans’ın filmin hikayesinde de imzası var. Hikayenin çizgi roman prensipleri güdülerek yazıldığı şüphe götürmez. Zaten hayal gücünün mantığın önüne geçmesi ve inanılmaz bir sentezin gerçekleştirilebilmesi sırrı bence burda saklı. (Nedir bu sentez; 17. yüzyıl mekanları, bir çizgi romandan fırlamış olaylar, Hong Kong filmine yaraşır çekilmiş dövüş sahneleri, Spaghetti Western’e yaraşır çekimler vs. vs….) Örneğin, bir kızılderilinin ya da bir Fransız doğa bilimcinin 17. yüzyılda uzakdoğu dövüş sanatlarını sergileyerek milleti pataklıyor olması düşünüldüğünde saçma bir şey gibi geliyor insana. Ama filmi seyrederken bu mantıksız durumu aklınıza hiç getirmiyorsunuz.
Çizgi roman öykülerinde de olayları çok sağlam nedenlere bağlamak, sağlam temellere oturtmak cok zaruri değildir zaten. Hayal gücü sınırlarınızın biraz daha genişleyebildiği bir alemdir çizgi roman. Sonuç olarak olayların size nasıl sunulduğu ve size ne hissettirdikleri daha önemlidir çizgi roman prensipleriyle yazılmış bir öyküde. (Edgar Allen Poe öykülerini, çoğu fantastik eseri, Stephen King romanlarını da bu gruba sokabiliriz ben) Hitap edilen kitlenin aradığı da budur zaten. Ama siz öyküyü neden ve nasıl sorularıyla bombardımana tutan tiplerdenseniz, çizgi romanla işiniz olmaz.
Filmde bana çizgi romanları hatırlatan başka şeylerde vardı. Uzun sarı saçlarıyla Çelik Bilek’i andıran De Fronsac’ın anlattığı bazı olaylar Zagor, Teks ve Teksas gibi italyan çizgi romanlarında da birebir kullanıldığını belirteyim. Örneğin, Teks Willer’in Navajo eşi Lilyth’in ölümü beyazların dağıttığı, suçiçeği mikrobu taşıyan battaniyeler yüzünden olmuştur. De Fronsac da başına gelen benzer bir olayı anlatıyor filmde. Aynı zamanda ressam olan kahramanımız Kızılderililer’in resim yapılması konusunda ne düşündüğünü de belirtiyor; “Onlara göre ressam resmini yaptığı kızılderilinin ruhunu çalıyor” Zagor’un bir macerasını getiriyor akla bu konuşma. (Sayı:10 / Gölge Hırsızı / Aksoy Yayıncılık) Zagor bu macerasında yanında bir ressamla kızlderilerin kampına gider. Ressam çok ilginç bulduğu kızılderililerin resimlerin yapmaya başlar. Zagor’dan, dolayısıyla onun herhangi bir arkadaşından nefret eden köyün büyücüsü ressamı savaşçıların ruhunu çalmakla suçlar. Şefin oğlunun kaza eseri ölmesini de, bu iddiasını kanıtlamak için kullanır. De Fronsac’ın bu maceradaki gence benzediğini de belirtmeden geçemeyeceğim. (Dahasını merak ettiyseniz söz konusu Zagor’un Aksoy’un son dönemde çıkardığı seriye ait olduğunu ve sahaflarda bu sayıları rahatlıkla bulabileceğinizi hatırlatalım.)
Yeni Bruce Lee’yi gördüm, O Tony Jaa idi!
Aslında Tony Jaa’nın izlediğim ilk filmi Savaşçı idi. (Ong-Bak a.k.a. The Thai Warrior – 2003) Ama Jaa’nın muhteşem dövüş estetiğinin beni asıl etkilediği film geçen gün izlediğim Koruyucu (Tom-Yum-Goong a.k.a Protector- 2005) oldu. Jaa, Tayland’da başlayıp Avustralya’ya dek süren uzun soluklu bu macerayı konu alan filmde Kham adlı bir genci canlandırıyor. Kham, ailelerinin bir üyesi olarak kabul ettikleri filin ve yavrusunun mafya tarafından kaçırılmasının ardından yollara düşüyor. Konu şaşırtıcı gibi gelse de, Tayland’ta kırsal alanlarda yaşayan köylülerin bir file sahip olması sıradan bir şey. Yük taşımak ve ağaçları yerlerinden sökmek gibi işlerde kullandıkları filleri onlar için kutsal.
İşin ilginci Tony Jaa da Taylandlı bir köylü çocuğu olarak fillerle birlikte büyümüş. Onlarla çalışmış, arkadaş olmuş, onları sürmüş, kimi zaman da nehirde yıkamış. Aynı zamanda da iflah olmaz bir Bruce Lee, Jet Li ve Jackie Chan hayranıymış. Onların dövüş figürlerini çalışmaya daha çok küçükken başlamış bu yüzden.
“Onların yaptıkları çok güzel ve bir o kadar da kahramancaydı. Ben de aynılarını yapmak istedim. Aynen ustalarımın yaptığı şekilde yapana kadar egzersiz yaptım.”
Filmde Tony Jaa’nın dövüş sahneleri karşısında kusursuz bir dans seyrettiğiniz hisine kapılıyorsunuz. Üç dövüş ustasına hayranlığı neticesinde ortaya müthiş bir zenginlik arzeden bir teknik çıkmış. Jackie Chan’in çevikliğini, Bruce Lee’nin vücuduna hakimiyetini, estetiğini ve elastikiliğini, Jet Li’nin hızını bir kapta eritip içmiş sanki Jaa. Tüm bunların üstüne de en üst seviyede uzmanlaştığı Tayland’a özgü dövüş sanatı Muay Thai tekniklerini ilave etmiş.
DVD’nin özel seçeneklerinde yer alan dövüş provalarında Jaa’nın giydiği tişörtü önünde kocaman Bruce Lee yazısı onun Küçük Ejder’e olan saygısını ve sevgisini yeterince gösteriyor. Ama asıl ağzınızı açık bırakan Jaa’nın filmde yaptığı kimi inanılmaz hareketleri “kablosuz” yaptığını görmeniz oluyor.
Sinema adına konuşacak olursak da filmin ciddi sıkıntıları var tabi. Hikaye o kadar dağınık, kurgu o kadar kopuk ki, “filmin montajını sanki kör birine yaptırmışlar” diyesiniz geliyor.
Sözünü ettiğim iki Tony Jaa (asıl ismi Panom Yeerum) filmi SONYBMG’de çıkmış. İkisi de piyasada rahatlıkla bulunabilir.