İsterse dünyanın en iyi filmi olsun, yine de herkes o filmi sevecek diye bir kaide yoktur. Utanmayın, bozarmayın, Oscar almış, eleştirmenler tarafından övgülere boğulmuş, kıymeti kendinden menkûl sinema dergilerince “en iyiler” listelerinin en tepelerine oturtulmuş olsa da bir filmi sevmediyseniz “beğenmedim” deyin göğsünüzü gere gere.
Ama sakın ha, kimseyi “o filme gitme, parana yazık” gibi lakırdılarla yönlendirmeyin. İki sebeple…Birincisi; sizin filmi sevmemenize yol açan nedenler başkası için o filmi sevme nedeni olabilir. İkincisi; siz o filmi hakikaten hiç anlamamış olabilirsiniz. Sizin kusurunuzun filmin gişesine olumsuz yansıması (1 kişi 1 kişidir) ne kadar hakkaniyetli bir harekettir artık onun vicdani muhasebesini siz yapın.
Hele ki çok okunan, okur kitlenizi neredeyse “kurabilme” etkisine sahip bir gazeteciyseniz, öncelikli olarak eğlence ve ticari amaçlı üretilmiş olsa da bir sinema filmini “gidilmemeli” kategorisine sokmadan önce günlerce düşünmelisiniz. Bunu hem iştigal ettiğiniz mesleğin ve konumun size yüklediği gerek toplumsal gerek sektörel sorumlulukları dikkate alarak, gerekse öne sürdüğünüz fikirlerin sizi düşürebileceği durumları hesap ederek yapmalısınız. O fikirler yüzeysel, bilgi ve kültür eksiklikleri, yanlış değerlendirmelerle dolu oldukları taktirde sizin güvenirliliğinizi ve saygınlığınızı zedeleyecektir. Bunun da ötesinde halkı yanlış yönlendirerek mesleğinize ve okurlarınıza ihanet, bu işte emeği olanlara, bu işten ekmek yiyeceklere de ayıp etmiş olursunuz.
26 Haziran 2008 tarihli Sabah Gazetesi’deki köşesinde bakın ne diyor Hıncal Uluç, Night Shyamalan’ın son filmi Mistik Olay hakkında: “ Siz siz olun 10 liranızı ve 2 saatinizi bu film için ziyan etmeyin“. Peki niye böyle düşünüyor Hıncal Uluç, yazısından anlamaya çalışalım. Ne diyor…
“Rolleri hiç kimsenin tanımadığı, bilmediği antipatik tiplere oynatır…”
Hıncal Uluç bunu başrolünde Mark Wahlberg’in oynadığı bir film için söylüyor. O Mark Wahlberg son dönemde Holywood’un çıkardığı en yetenekli aktörlerden biri. Aksiyondan dramaya komediden gerilime pek çok filmde yapımcıların oynatmak istediği, Scorsese’nin bol Oskar’lı filmi Köstebek’in de en başarılı oyuncularından biri. Ayrı bir paragrafı hak eden John Leguizamo’dan bahsetmeyeceğim bile.
Başka ne diyor Hıncal Uluç?
“Film Night’ın mastürbasyonu… Mistik Olay tam bir palavra… Film başlıyor, gelişmiyor ve bitmiyor…” vesaire vesaire…
Şimdi Hıncal Uluç’un film hakkında anlamadıklarını biz anlatmaya çalışalım:
Teknik değerlendirmeyi bir yana bırakıp filmin en güçlü yanı olan mesajından başlayalım işe. Shyamalan insanlığın geldiği son noktayla ilgili bir durum değerlendirmesi yapıyor filmde. Nedir durum? Dünyanın dengesi tamamen altüst olmuş. Yeryüzünün yeşil örtüsü gün geçtikçe daha da azalıyor. Denizleri, su kaynaklarını kirletmişiz. Yeryüzünü paylaştığımız canlıların yaşam alanlarına tecavüz etmişiz. Dünyayı hem onlar için hem de kendimiz için yaşanılmayacak bir yer haline getirmişiz. Bizim yaptıklarımızın neticesinde pek çok hayvan türünün nesli tükenmiş ya da tükenmek üzere. Kısaca kanser insan bedenini nasıl kemirir tüketirse biz de aynısını dünyaya yapmışız. İşte Mistik Olay filminde Shyamalan dünyanın doğa aracılığıyla en büyük düşmanına karşı isyan edip saldırıya geçmesini tasavvur ediyor. Bunu kendi üslubunca, Hint köklerinden gelen inanç kodlarıyla ve mistisizm anlayışıyla anlatıyor.Doğanın muhteşem olduğu kadar ürkütücü ve tahrip edici bir güce sahip olduğu o kodlarda yazılı. Doğanın gizemli ve anlaşılmaz bir güç olduğu. Filmde de tam olarak bunu gösteriyor Shyamalan.
Hıncal Uluç’un filmi mastürbatif bir eyleme indirgemesine yol açan salıncak sahnesine gelince. Birden fazla şekilde yorumlanabilir, biz en kolay patikadan gidelim.
Hayatımız, artık tamamen kanıksadığımız ve basitliğinden dolayı bize özel gelebilecek hiçbir yanı kalmamış şeylerle dolu. Sabah kalkıp yüzünüzü yıkamak, tuvaletten sonra sifonu çekmek ya da ağaca kurulan bir salıncağa binmek gibi. Bunlar o kadar ufak, önemsiz ve basit şeyler ki bizim için artık, bunlar için şükretmek bir an olsun aklımıza gelmiyor. Bunların kıymetini ancak elimizden gidince anlayabiliyoruz. Bu yaz barajlarda su kalmadığında beş dakikalık bir duşun bile aslında ne kadar değerli ve özel bir şey olduğunu anlayacağımız gibi. Bugüne kadar hep üstünden fayda sağladığımız yaşamımızın devamını sağlayan lüksümüze, gelişimimize hizmet eden ağaçların bir anda düşmanımız haline geldiğini düşünün. Ve ağaç dalına bağlanan bir salıncağa binme fikrinin bile imkansızlaştığı bir dünya düşünün. Bizi bağrında büyüten doğanın bir yok ediciye dönüştüğünü düşünün. Bir bebek annesine karşı ne kadar savunmasızsa, biz de öyle savunmasızız aslında doğa karşısında. Shyamalan’ın önümüze koyduğu, farklı bir şekilde de olsa bir gün mutlaka gerçekleşecek alegorik kabus işte bu.
Hıncal Uluç filmin hikayesinin bitmediğinden ve cevapsızlığından dem vuruyor bir de. Evet, gerçekten de bitmiyor. Ve evet bir sürü soru cevapsız kalıyor. Ama zaten amaç da cevap vermek değil soru işaretleri sokmak aklımıza. İnsanlık böyle bilinçsizce tüketerek, küstahça yok ederek daha fazla ne kadar neslini sürdürebilir? Küresel ısınmadan daha beter bir doğa felaketini tetiklememiz mümkün mü? Doğa gerçekten bilinçli olarak en büyük düşmanına, yani bize savaş açabilir mi?… Bu soruların cevapları kimsede yok. Filmde de yok. Filmde sorular var. Ürkütücü sorular…
Hıncal Uluç elbette yaşıyla, tecrübesiyle, bilgi birikimi ve kültürüyle bunları bizden daha iyi anlayacak bir usta. Ama belli ki filmi yalnız seyretmemiş. Ve yine belli ki yanındaki o kişi kötü biri. Neden mi? Ancak kötüyle seyreden biri bir filmi bu kadar anlamayabilir de ondan…
Not: Mistik Olay Shyamalan’ın en iyi filmi değil. Hatta sıralarsak en kötü filmi Sudaki Kız’ın hemen önündeki film. Yine de aşağılanacak bir film değil. Hele seyirciyle buluşmasının önüne geçilecek bir film kesinlikle değil. Aksine Shyamalan’ın mesajı mümkün olduğunca çok insana ulaşmalı.