Hollywood’un yönetmen transfer politikası, sektörün başarısını ve devamlılığını sağlamak kadar rakip ülke sinemaların vurucu gücünü azaltmayı da kapsayan bir “win-win” politikasıdır- çoğunlukla. Kendi ülkesinde başarılı olmuş yönetmenlerin Holywood’a transfer olduktan sonra aynı performansı sergileyip benzer başarıyı yakalaması da, herhangi bir memur yönetmenin çekebileceği projelerin başına geçirilip özenle inşa ettiği kariyerlerinin tek hamlede toza dumana karışması da Holywood için farklı açılardan “kazanç”tır. İlk durumun gerçekleşmesi hem yönetmen ve dünya izleyicisi hem de Hollywood ve Amerikan izleyicisi için kazançken, ikinci ve istenmeyen durum sadece Hollywood için artı hanesine yazılabilir belli açılardan. Yazımızın öznesi İzlandalı yönetmen Baltasar Kormâkur da, ülkesinde belli bir başarıyı yakaladıktan sonra Hollywood’a transfer olan ve -maalesef- sadece Hollywood’u tatmin eden yönetmenler kervanının en trajik üyelerinden.
İzlanda’nın Yeni Masalcısı
Baltasar Kormâkur, Dagur Kâri’yle birlikte, İskandinavya’nın da İskandinavya’sı sayılabilecek kadar izole bir ülke olan İzlanda’nın halet-i ruhiyesini sinema aracılığıyla bütün dünyaya aktaran ve ülkesinde dört başı mamur bir filmografi yaratmayı başaran bir yönetmen. İlk filmi “Reykjavik 101” (2000) ile sinema dünyasına hızlı bir giriş yapan ve “herkesin herkesi tanıdığı”, tüm dünyanın dışında bulunmanın getirdiği buhranla boğuşan ve iklim tarafından şekillendirilmiş karakterlerle dolu bir ülke tasviri çizen Kormâkur; isyankâr olduğu kadar ağırbaşlı, geveze olduğu kadar da bilge bir anlatımla selamlıyordu izleyicileri. İlk filmiyle başta Toronto olmak üzere önemli festivallerde dikkat çeken yönetmen, ikinci filmi “Hafið” (2002) ile başkent Reykjavik’ten uzaklara gitmesine rağmen ülkenin her metrekaresinin aynı hastalığın pençesinde olduğunun altını çizen ve “Reykjavik 101”deki genç Hlynur’un trajik hikâyesini özelden genele taşıyan yeni masalıyla kaldığı yerden devam eder. Farklı yerlere dağılmış ufak bir aile ve polisinden kütüphanecisine, fabrikatöründen işçisine herkesin birbirine bağlı olduğu bir kasaba üzerinden İzlanda’nın karşı karşıya kaldığı endüstriyel ve toplumsal dönüşümü irdeleyen Kormâkur; öte yandan psikolojik ve sosyolojik tahlillerle desteklenmiş, biçimle içerik arasında kusursuz bir uyumun yakalandığı auteur bir sinema anlayışının temellerini atar. İstanbul Film Festivalin’de FIPRESCI ödülünü alan “Hafið” filminin ardından, yönetmenin uluslararası arenadaki itibarına zirve yaptıracak hit filmi “A Little Trip to Heaven” (2005) gelir; bu hem mini bir zirve hem de çürümeye giden yolun ilk adımıdır.
“A Little Trip to Heaven”, ilk dönem Baltasar Kormâkur sinemasının en ayrıksı örneğidir. Üç filmin başrolünde yer alan Hilmir Snær Guðnason, Hollywood dönemi işlerinde bile karşımıza çıkan Ólafur Darri Ólafsson, sonradan yönetmenin vazgeçemediği karakter oyuncusuna dönüşen Ingvar Eggert Sigurðsson gibi ada kökenli oyuncular Forest Whitaker, Jeremy Renner (The Hurt Locker ile ortalığı kasıp kavurmasına bile 3-4 yıl vardır.), Julie Stiles ve Peter Coyote gibi ithal ve büyük çaplı oyunculara, adanın bütün soğukluğunu ezgilerine sığdırmış İzlandaca da İngilizce’ye yerini bırakır. İzlanda’nın coğrafi koşullarını sert bir “sigorta tazminatı” öyküsüne zemin olarak kullanan Kormâkur, ülke insanlarının kaygılarını bir kenara bırakıp İzlanda’da geçen evrensel bir hikâyeyi anlatmaya soyunur. Yerellikten evrenselliğe geçişin Kormâkur sinemasında yarattığı deformasyon, bir kopuşun başlangıcı olmasına rağmen, olumlu sonuç verir; “A Little Trip to Heaven”, Kormâkur’un en başarılı enternasyonal filmi olarak bugün bile cazibesini korumaktadır.
Bu filmin arkasından gelen “Mýrin” (2006) ve “Brúðguminn” (2008) ile bilindik sulara dümen kıran ve Hilmir Snær Guðnason, Ingvar Eggert Sigurðsson gibi oyuncularla tekrar çalışan Kormâkur; ilkiyle İzlanda usulü bir polisiye gerilime, ikincisiyle “güneşin hiç batmadığı topraklara” dair şirin ve ilk iki filmiyle organik bağlara sahip depresif bir romantik komediye imza atar. Bugünden baktığımızda “A Little Trip to Heaven” ile “Hollywood Dönemi” arasında mola gibi duran bu iki film, Kormâkur sinemasının özünde nasıl bir sinema olduğunu bizlere hatırlatan son eserler olarak dikkat çekmektedir.
Memuriyete Geçişin Konforu
2010 yılına geldiğimizde, 10 yıldır beklenen transfer gerçekleşir ve Baltasar Kormâkur “Inhale” ile Holywood formasını sırtına geçirir. Dermot Mulroney, Diane Kruger, Sam Shepard gibi oyuncuların yer aldığı, ucu Meksika’ya kadar uzanan bir yaşam mücadelesine odaklanan ve durmak bilmeyen tempoya sahip film; klasik Hollywood aksiyonlarının üstünde olmasına rağmen Kormâkur sinemasının ve standartlarının altında bir iştir. Derinlikli karakter tahlillerinin yerini yüzeysel okumaların ürünü kahramanlara bırakması ve “çizgi dışı” duran sahnelerin standart Hollywood sınırlarına çekilmesinden ötürü ortadaki işi Kormâkur sinemasının gurur hanesine yazmak veya kendisini değerli ve farklı kılan unsurları klasik Hollywood yaklaşımıyla harmanladığını iddia etmek pek mümkün değildir. “Inhale”in Meksika’ya (ötekilere), organ kaçakçılığına ve yasallığın sınırlarına yönelik sorgulamaları yönetmenin filmografisini ve potansiyelini bilmeyenler için etkileyici ve cesur bulunsa da, yönetmenin hayranları için kötü bir başlangıç, kulübede paslanmaya giden ilk adımın atıldığı “kötü bir dönemeç” olarak buruk bir tat bırakmıştır, -özellikle bugünden bakıldığında.
Hollywood’daki ikinci işinde ülkesi İzlanda’nın nadide işlerinden olan ve kendisinin de başrolünde yer aldığı “Reykjavik-Rotterdam” filminin yeniden çevrimine soyunan Kormâkur, ortaya çıkan Mark Wahlbergli garabet “Contraband” (2012) ile “Inhale”e bile rahmet okutur deyim yerindeyse. Burun kıvrılan klişelerle dolu, en ufak bir yönetmen dokunuşunun hissedilemediği bu film, değil Kormâkur, herhangi bir yönetmen için bile yeterli derecede küçük düşürücü bir eserdir. Holywood’un yeniden çevrim hastalığının uzanmadığı ülke sineması kalmadığından “Reykjavik-Rotterdam”ın remake kurbanı olması normal ve beklendik bir durumdur fakat bıçağı saplayanın Baltasar Kormâkur olması düşündürücü ve hazindir.
Bu iki filmin ardından “Djúpið” (2012) ile terapi amaçlı ana vatanına dönüş yapan Kormâkur, eski formunun biraz uzağında olmasına rağmen Hollywood mahsullerinden daha verimli bir ürün ortaya koyar fakat bu dönüş tek bavulla yapılan ev ziyareti gibidir; memuriyete geçişin konforunu sürmek isteyen yönetmen Denzel Washington ve Mark Wahlbergli “2 Guns” (2013) ile kaldığı yerden devam eder. Bu defa -ufak tefek- Kormâkur dokunuşları hissederiz, karakterler İzlanda’dakilerin ehlileştirilmiş versiyonları gibidir; çizilen devlet portresi ise “Hafið”in parçalanmış ve hiyerarşi karmaşası yaşayan kasabasından/ailesinden çok uzak değildir. Keyifli ve görece başarılı olan “2 Guns”ın tek çiçekle yazın gelmeyeceğini hatırlatan bir iş olduğunu ise arkasından yağan karlardan anlarız.
Malumun İlamı ve “Everest”ten Düşüş
Kariyerinin 15., transferinin 5. yılında Baltasar Kormâkur, uzun zamandır gözünün olduğu A sınıfı Hollywood filmi yönetmeni unvanı için kendini “Everest”ten (2015) aşağıya atarak, İzlanda döneminin hatırına kendisinden ümidini kesmemiş izleyiciler nezdinde bile, itibarını sıfırlar. Bünyesinde Jake Gyllenhaal, Jason Clarke, Josh Brolin, Keira Knigtley gibi önemli isimler yer almasına rağmen iyi bir oyuncu performansı alamayan ve kurgu masasında filmin yarısını bırakmaya razı olan Kormâkur, “Reykjavik 101”deki karla kaplı tepelerin heybeti altında ezilen “Everest” ile evrimini tamamlayarak Hollywood’un tipik memur yönetmenine dönüşür. Dar kitle tarafından bilinen iyi bir yönetmen olmayı, herkesçe işleri takip edilen kötü bir yönetmen olmaya tercih eden ve bu uğurda benliğini, sinema görüşünü ve yaratıcılığını feda eden Baltasar Kormakur’un sinemaya başladığı yer ile geldiği nokta arasındaki fark, tek kelimeyle, hazindir. Hollywood’un iflah olmaz transfer politikasına kurban giden isimler listesinden adını sildirmesi için hala vakti olmasına rağmen Kormâkur’un bu yönde en ufak bir çabası yok maalesef; arka bahçeye konulan bir süs eşyası muamelesi görmekten rahatsızlık duymayan birine üzülüp hayıflanmak günümüz izleyicisi için “lüks” olduğundan Baltasar Kormâkur’u içine düştüğü karanlıkla baş başa bırakmak en doğru hareket olacaktır.