Bu hafta (28 Ağustos Haftası) vizyona girececek birbirinden farklı, hitap ettikleri kitleler itibariyle iddialı ve başarılı sayılabilecek üç film; U.N.C.L.E, Visions ve No Escape filmlerine göz atmak isteyenler için üç filme dair birkaç önemli nokta.
Mert Tanöz
KOD ADI: U.N.C.L.E (THE MAN FROM U.N.C.L.E):
1964-68 yılları arasında yayınlanan ve iki uluslar arası ajanın hikayelerini anlatan The Man From U.N.C.L.E (United Network Command for Law and Enforcement) serisini Guy Ritchie yine aynı adla beyazperdeye uyarladı. Amerikalı Napoleon Solo ve Rus Illya Kuryakin adlı iki ajanın Rusya – Amerika krizine rağmen ortak düşmana karşı oluşturdukları zorunlu birlikteliği ve düşmanla olan mücadelelerini anlatan filmin başrollerini yeni Superman Henry Cavill, The Lone Ranger ve J. Edgar da izlediğimiz Armie Hammer, Ex-Machina’nın Ava’sı Alicia Vikander paylaşıyor.
Bir Amerikan ajanı olan Napoleon Solo, Gaby adlı tamirci bir kızı Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçırmak için görevlendirilmiştir. Fakat bu basit görev daha önce karşılaşmadığı başarılı bir Rus ajanı tarafından müdahaleye uğrar. Tüm şartlara rağmen görevini başarıyla tamamlayan Solo, yeni görevinde ise Rus ajan Kuryakin ile çalışmak zorundadır. Farklı tarzlara, farklı yetilere ve çok farklı karakterlere sahip bu iki iyi ajan, birlikte dünyayı kurtarma savaşı verecektir.
Filmde Sherlock’tan da tanıdığımız Guy Ritchie’nin imzası kendini fazlasıyla gösteriyor. Müzikleri ve mekânlarıyla insanda dönemin havasını yaratan film, karakterleri ve aralarındaki diyalogla da bu atmosferin sağlamlığını korumayı başarıyor. Soğuk Savaş sebebiyle ironik bir birliktelik içinde olan bu iki karakter arasındaki diyaloglar hem sahip oldukların görüşlerin kendine has özelliklerini yansıtıyor hem de filmi bir aksiyon filmi olmanın ötesinde tutuyor. Ritchie’nin aksiyonu mümkün olduğunca fazla mizahla harmanlaması, fakat bu mizahı espriler ya da abartılardan ziyade ikili arasındaki ilişkinin ironisinden yaratmasıyla keyifli bir hal alıyor. Hikâye, Solo – Kuryakin ve Gaby olarak birbirinden ayrılan fakat birlikte işlenen konular ise filmin her daim belli bir tempoda seyretmesini, hızının kesilmemesini sağlıyor.
Göz kırpmaya fırsat sunmayan, izleyiciye keyifli dakikalar vaat eden The Man From U.N.C.L.E. devamını merakla beklediğimiz filmlerden biri olacak gibi görünüyor.
GEÇMİŞİN LANETİ (VISIONS):
Saw filmiyle kendini ispatlamış olan yönetmen Kevin Greutert yine sıradan olmayan bir filmle karşımıza çıkıyor. “Visions” (“Geçmişin Laneti”) adlı korku/gerilim türündeki film hamile bir kadının yeni evinde tecrübe edindiği sıra dışı olayları konu alıyor. Başroldeki Isla Fisher’a Anson Mount, Gillian Jacob (“Community” dizisinden hatırlayanlar olabilir), Joanna Cassidy gibi isimler eşlik ediyor.
Eveleigh (Isla Fisher) trafik kazası sonucu bir bebeğin ölümüne sebep olur. Bu travmana sonucu terapi ve ilaç tedavisine başlayan Evey, hamile kalmasının ardından ilaçları bırakır. Kazadan yaklaşık bir yıl sonra eşiyle yeni bir hayata başlamak adına kırsala taşınırlar. Üzüm yetiştirip, şarap yapıp sakin bir hayat yaşamanın planlarını kuran çiftin düzeni ise Evey’nin gördüğü “halüsinasyonlar” nedeniyle bozulur. Bir taraftan bu sanrıların gerçekliğiyle mücadele eden Evey, diğer taraftan da iyiliğini isteyen sevenleriyle savaşır.
Güney Amerika kültürünün Marquez-vari bir dille anlatıldığı film, mantıksızlıklardan ve “çığlıklardan” uzak durmasıyla kendini genel korku filmlerinden ayrı bir yere koyuyor. Bir yapboz misali birbirini tamamlayan parçaların yavaş yavaş birleştiği hikaye, izleyici adına temelde iki farklı bölüme ayrılabilir. İlk bölümde izleyici Evey’le birlikte neler olduğunu anlamaya, ipuçlarını toplamaya çalışırken ikinci bölümde edinilmiş bilgiler ışığında olaylara “müdahale” etme sürecine giriyor. Bu iki kısımda da izleyicide beklediği etkiyi yaratan film, gereksiz ayrıntılara takılmaksızın adeta akıp gidiyor. Korku ve seyir keyfi arasındaki ilişkiyi etkili ve durağan bir gerilimle yakalamayı başaran filmin eleştiriye açık en belirgin noktası kuşkusuz ki Fisher’ın oyunculuğu. İlk yarım saatte pek ısınamadığımız Fisher, geri kalan bölümde hikayenin de baskınlığıyla daha kabul edilebilir geliyor.
De Niro’nun Hide And Seek filmiyle fazlasıyla benzerlik gösteren film gerilim seven, ancak mantık tümüyle yoksun korkulardan da haz etmeyenlerin keyifle izleyeceği, izlerken zevk alacağı ve ardından pişman olmayacağı bir film.
KAÇIŞ YOK (NO ESCAPE):
Owen Wilson dürüst olmak gerekirse kitlelerce pek fazla sevilmeyen, komedi filmlerinde artık kabak tadı veren oyunculardan biri. Özellikle Vince Vaughn ile paylaştığı filmler, aynı tiplemeler ve karakterler üzerinden farklı olaylarla ilerleyen bir seri gibi. Birçok insana antipatik gelen, oyunculuğu fazlasıyla sık eleştirilen Wilson’ın yeni filmi “No Escape” (“Kaçış Yok”) ise hem bu algıları bir nebze olsun kırmayı vaat ediyor hem de kendisini farklı bir karakterde izleme imkanını bizlere veriyor.
Amerikalı yönetmen John Erick Dowdle imzası taşıyan filmde Wilson’a Lake Bell eşlik ediyor. Pierce Brosnan’ın da yer aldığı yapım, iş için Amerika’dan Hong Kong’a taşınmakta olan bir ailenin kendilerini Amerikan karşıtı büyük bir isyanın ortasında bulmasını ve hayatta kalma uğraşılarını anlatıyor.
Dram temelinde kurulmuş gerilim dolu bir aksiyon olarak “No Escape” filmi konu itibariyle basitçe hayatta kalma mücadelesindeki bir ailenin hikayesi olarak görülebilir. Ancak niteliği itibariyle sıradanlarından biraz ayrılıp kendine farklı bir yer edinmeyi başarıyor. Amerikan yapımlarında alışıldık olmayan bir Hong Kong sunmasıyla, hali hazırda Amerikalıların farkına varamadıkları noktalara üzerine “basa basa” değinmesiyle gerçekten de fark yaratıyor. Bir rom-com (Romantik komedi) oyuncu olarak Wilson’ı aksiyon ve gerilimin ortasında görmenin yarattığı küçük çaplı şokun hemen ardından, verdiği hayatta kalma mücadelesi de alışık olmadığımız bir karakteri bizlere sunuyor. Aksiyon filmlerinde pek sık göremediğimiz sıradan bir adam olan Jack’in mücadelesi hikayeyi daha dramatik kılıp gerilim dozunu da arttırıyor.
“No Escape”, bazı sahneleri sıksa da gerilimi yaşatmayı başaran, Amerikan halkının görmediklerini/görmeye reddettiklerini açık açık yüzlerine vuran, gerçekliğe yakın çizgiden giden bir film. Büyük balığın küçük balığı yeme uğraşısını yalnızca onu acılarından kurtarmak sanan gözü görmezlere bazı gerçekleri anlatmayı hedef alan, bugünün aslında planlardan ibaret olduğuna değinen alışılagelmedik bir yapım. Ayrıca Wilson’a yeniden bir saygındalık kazandıracağını da söyleyebiliriz