Dünyanın üç büyük film festivalinden biri olan Berlin Film Festivali’nin büyük ödülü ‘Altın Ayı’, ikinci kez bir Türk filmine gitti. Bundan önce bu başarıyı sadece 1964’de “Susuz Yaz” ile Metin Erksan ve Alman yapımı “Duvara Karşı”yla Fatih Akın yakalamıştı. Ödül, hem festival jürileri, hem sanat filmi çektiğini zanneden Türk yönetmenler, hem de köşe yazarları için bir ders niteliğinde…
Sinema endüstrisinin iki kolu olduğunu biliriz. Bir tanesi ‘festival filmleri’, diğeri ise ‘ticari filmler’dir. Bu açılımın sinema sanatına uyarlanmış karşılığı ise, birincisi için ‘sanat filmleri’, ikincisi için ‘popüler filmler veya tür sineması’ olarak çevrilebilir. İşte bizde de genelde bu birinci kol aktif durumda, son 3-4 yılı bir kenara bırakınca.
90’lar ekolü, hasatını 2000’lerde topladı
90’ların sonunda sinemaya giren Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Reha Erdem ve Derviş Zaim, bu geleneği sinemamıza sokan yönetmenler. Zamanla festival filmlerinin dünya galasını ‘uluslararası festivaller’de yaparak, daha çok maddi ve isimsel getiri kazanabileceklerine kanaat getirdi bu yönetmenlerin bir kısmı. Öyle ki Nuri Bilge Ceylan’ın Tokyo Film Festivali’nde “Kasaba”yla (1997) ödül almasıyla başlayan bir süreç idi bu.
Ancak en önemli ve öncü darbeyi 1999’da Yeşim Ustaoğlu, “Güneşe Yolculuk”un dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nin yarışmasında yaparak vurdu. Öyle ki esas hedef; Cannes, Berlin ve Venedik Film Festivalleri’nin yarışmalarında yer almak idi ilk olarak. Sonrasında ödül de bir şekilde gelirdi.
Zaten 90’ların sonunda çıkan bu dördüncü kuşak Türk yönetmenlerinin ya da ‘Yeni Türk sineması’nın da bir şekilde bir yerlere gelmeleri beklenebilirdi. Ustaoğlu, aynı yolunda devam etse de Toronto, San Sebastian ve Montreal gibi ikinci kademedeki festivallerin daimi üyesi olabildi. Bu sebeple ülkemizde fazla duyulmadı. Nuri Bilge Ceylan ise 2002’de “Uzak”la başlayarak son üç filmiyle Cannes Film Festivali’nin yarışmasında yaptı dünya prömiyerlerini. Hepsinde de birer ödül aldı.
Onların sinema geleneğinin bir sonraki jenerasyonunu temsil eden Semih Kaplanoğlu ise “Meleğin Düşüşü” ve “Yumurta”nın ilk gösterimlerini uluslararası festivallerde yapamadı. Ancak bir önceki filmi “Süt” ile son filmi “Bal”, dünya galalarını sırasıyla Venedik ve Berlin Film Festivali’nin yarışmalarında gerçekleştirdiler.
Bu da aslında Nuri Bilge Ceylan’dan sonra sinemamızın uluslararası alandaki en başarılı adaylık performansıydı. “Bal”ın festivallerin en büyük üç ödülünden biri olan ‘Altın Ayı’ya ulaşması ise Türk sineması tarihinin festivallerdeki üçüncü en büyük başarısı olarak anılabilir.
Türk sinemasının uluslararası festivallerdeki üçüncü büyük başarısı
Öyle ki Ceylan, Cannes’da henüz büyük ödül olan ‘Altın Palmiye’ye ulaşamazken, 1982’de “Yol”un Costa-Gavras’ın filmi “Kayıp” (“Missing”) ile paylaştığı ‘Altın Palmiye’, şu ana kadar bir Türk filminin aldığı en büyük ödül idi. Onun ardından ise Metin Erksan’ın 1964’de “Susuz Yaz” ile ulaştığı ‘Altın Ayı’ geliyor. Fatih Akın’ın 2004’de “Duvara Karşı” ile uzandığı ‘Altın Ayı’ ise bizim için bir gurur kaynağı olmasına karşın, esasen Alman yapımı bir filmin ödülü.
Bu sebeple de Kaplanoğlu’nun işini hem Türk sinemasındaki ‘minimalist sanat sineması ekolü’nün meyvesini alması açısından, hem de gelecekteki festivallerde markalaşma açısından takdir etmek lazım. Öyle ki bu ödül, Kaplanoğlu’nun diğer filmleri için de üç büyük festivalde yarışmaya girmesini garantiliyor bir bakıma. Bu sebeple o da Nuri Bilge Ceylan ile Fatih Akın’ın bu ayrıcalığına kavuşacak artık kanımca…
Sanat sinemasının kalitelisi makbul!
Tabii minimalist sinema açısından bakınca da, Derviş Zaim ve Reha Erdem gibi daha ‘farklı işler’e soyunan isimleri bir kenara bırakıp Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve Yeşim Ustaoğlu’nun bu alandaki çalışmalarına odaklanıyoruz. Onların ‘uzun ön çalışma dönemlerine tabi tutulmuş’ işlerinin uluslararası festivallerde takdir görmesi ise gayet doğal. Öyle ki bu yönetmenler, Avrupa sanat sinemasının ayarında hatta zaman zaman üstünde sinema yapıtları çekiyorlar, bazı istisnalar dışında.
Bunun nedenlerinden biri ortak yapımcılarla çalışmaları veya yabancı teknik ekip kullanmaları olabilir. Ancak başlı başına planlı programlı birer yönetmen olduklarını kanıtlıyor bu durum. Fakat işin garibi; Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan ve Yeşim Ustaoğlu gibi isimlerin son işleri “Süt”, “Üç Maymun” ve “Pandora’nın Kutusu”, kaliteli hallerine karşın Türkiye’deki festivallerde es geçiliyor. Bunun sebebi ise ‘doymuşluk’ olarak gösteriliyor. Yeni isimlerin önünün açılması hedefleniyor.
‘İyi fikirden minimalist film çek ödül alır!’ mantığı, ülke sinemasının kaynağının artık ‘popüler sinema’ olmasını sağlayacak gibi gözüküyor
Ancak Türk sinemasında ‘minimalist sinema’ eğilimiyle gelen ‘iyi fikirden minimalist film çek ödül alır!’ mantığı hakimiyet kurmuş durumda. Bu sebeple de “11’e 10 Kala”, “Köprüdekiler”, “İki Dil Bir Bavul”, “Mommo: Kız Kardeşim” gibi özleri biraz da belgesel estetiğine veya İran sineması geleneğine kayan filmler, yola çıkışları ilginç diye ödül alabiliyorlar.
Fakat verilen bu ödüller, Ceylan, Kaplanoğlu ve Ustaoğlu’nun filmleri gibi kaliteli sanat sineması örneklerinden ziyade ‘minimalist çek de ne olursa olsun!’ mantığının ürünü aslında. Bu kolaycılık da Türk sinemasının popüler kolu güçlü, sanat sineması kolu zayıf bir yola doğru gitmesine yol açabilir önümüzdeki 10 yılda. Zaten şimdiden de böyle bir atılım başladı. Tür sineması yaygınlaşma yoluna girdi.
“Bal”ın ödülü üç ayrı kesim için ders niteliğinde…
Öyle ki bu geleneği izleyen; “Hayatın Tuzu”, “Orada” gibi filmler sürekli üretiliyorlar ve yarışmaların aranan eserleri olabiliyorlar. Dileğimiz, “Süt”, “Üç Maymun” ve “Pandora’nın Kutusu” gibi kaliteli sanat filmlerinin ödüllendirilmesi. Yoksa O eserlerin veya yönetmenlerinin uluslararası festivallerde aldığı ödüllerle, bizim jüriler ve festivaller daha çok defa gülünç duruma düşebilirler.
İlginç fikirleri ödüllendirmekten ziyade, kaliteli işlere ve gerçek sinema eserlerine ödül vermekte fayda var! “Bal”ın Berlin’de aldığı ödül de bu durumu ortaya koyuyor zaten. Örneğin şu ana kadar “Mommo: Kız Kardeşim”in, “11’e 10 Kala”nın veya “Hayatın Tuzu”nun herhangi önemli bir uluslararası festivalin yarışmasına girdiğini göremiyoruz. Ne kadar ilginç öyle değil mi? Çünkü Türkiye sınırlarının dışına çıkınca ‘kalite’ önemli bir yere oturuyor maalesef. İçeride ise ‘minimalist olursa iyidir’ düşüncesi hakim!
Sivasspor’un durumuna benziyor
Pelin Esmer, Murat Düzgünoğlu, Atalay Taşdiken gibi yönetmenler de maalesef bu ‘hayal’in peşine takılmış gidiyor. İyi ki “Bal”, bu ödülü aldı da en azından belki de bu yönetmenler, kendilerini silkelemeleri gerektiğini anlayıp ikinci filmlerinde ‘cidden uğraşılmış’ minimalist eserler üretirler.
Aslında içine düştükleri durum, Türkiye Süper Ligi’nde oynanan kalitesiz futbolun içinde başarı yakaladıktan sonra Avrupa’ya çıkınca tepetaklak olan takımlarımızın durumunu andırıyor.
Örneğin Sivasspor’un, iki senelik ulusal başarı ivmesiyle (önce üçüncü, sonra ikinci oldu tarihinde ilk kez) kendini kandırdığı için Avrupa’nın Şampiyonlar Ligi’ne zor giren takımlarından Anderlecht’e 5-0 mağlup olmasına benziyor onların halleri. Umarız sözünü ettiğimiz yönetmenler de böyle farklı bir mağlubiyetin hayal kırıklığını veya şaşkınlığını yaşıyorlardır.
Hangi kesimde daha büyük yankı uyandıracak?
Tabii “Bal”ın bu ödülünün başka bir boyutu daha var. ‘Az izlenen film kötüdür’ gibi bir düşünceyle SİYAD Ödülleri’nde “Yumurta”nın kazandığı sayısız ödülü eleştiren bir kitle de mevcut. O zaman bu konuda yorum yapan köşe yazarları, acaba Kaplanoğlu’nun uluslararası festivallerin en prestijli üç ödülünden birini aldığını öğrenince ne hissetmişlerdir?
Üstelik, “Yumurta”, “Süt” ve “Bal”, Kaplanoğlu’nun Yusuf üçlemesinin bir parçasılar. Adeta bir filmin üç bölümü olarak düşünülebilirler. Bu da zaten bu yapıtların sinema ruhunu ve kalitesini ortaya koyuyor. Bakalım “Bal”ın ‘Altın Ayı’sı, hangi kesimde daha büyük yankı uyandıracak?