Ahh.. Doksanlı yıllar ahh!.
İnanması oldukça zor ama o sıralarda Landlord‘umuz, Beyazıt’ta üniversite okuyan ve ikâmet ettiği Kadıköy’de de şu yazımızın konusu olan ‘tuhaf’ tiplerle takılarak, ‘Sex, Drugs and Rock and Roll’ mottosunu yaşamının merkezine oturtmuş, gür lepiska saçları beline kadar inen bir delikanlıymış..
Bense, ‘bebek taşıyan leylek’ efsanesini geride bırakmış olsam da ‘anne karnındaki çocuğun hangi yolla dışarıya çıktığı’ konulu araştırmamda henüz net bir sonuca varamamış; yeni terlemiş bıyıklarına gözü gibi bakan, alabros tıraşlı bir ortaokul çocuğuydum.. Landlord’unkine nazaran, benim sloganım daha bir naifmiş gibi sanki: ‘Platonik, Çamlıca Gazozu ve Rak Müziği’.
O sıralarda yeni yeni palazlanan özel radyo istasyonlarından, Rock çalan ilk ve tek istasyon olan Kent Fm, benim gibi kendini ‘Rakçı’ hissedenlerin -‘Mega Bass’ özellikli Walkman’le birlikte- favorisiydi.. İşte bu istasyonun, ‘Bir Nevi Radyo Programı’ da denilen, Kaybedenler Kulübü adlı programı vardı ki şimdiye kadar eşi pek görülmemiş, duyulmamış, bir çılgın fenomendi..
Dinleyicisini hiç de iplemeyen birer radyocu tipi çizen, Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk‘un yaptıkları bu programın içeriğinin öyle fazla abartılacak bir tarafı da yoktu açıkçası.. Lâkin, telefondan arayan dinleyiciyi: “İyi geceler sayın dinleyen, sizinle daha önce yatmış mıydık?” sorusuyla karşılayan bu acayip adamların -bana göre- önemi, daha kafadan ezberimizi bozan, hayat karşısındaki duruşlarıydı.. Onlar ki, tam tersine iman edenlerin yüzde doksan dokuz oranında olduğu bir memlekette, “Ölümün olduğu yerde ciddi ne olabilir ki.” lafını sarf etme ferasetine ve cesaretine sahiptiler..
Bildiğimiz, ‘radyocu’ tipolojisine dâhil edilemeyecek kadar o işten tamamen uzak tavırlarına karşın, dinleyiciye -bir o kadar da- samimi bir yakınlığın varlığını hissettirirdi bu adamlar..
Müzik çalmadıkları anlarda, ağızlarından dökülen lafların arasında uzun sessizlikler olurdu.. Çakmak şakırtılarıyla yakılan sigaraların çıtırtısını, ciğere çekilen ve üflenen dumanların uçuşunu ya da içki şişelerinin şıngırtılarını -o anlarda- kulağımıza taşıyan sesler, gecenin karanlığında, bir ibâdet ciddiyetiyle radyo başında bekleşen biz genç, hassas ve de yalnız bünyeler üzerinde, basbayağı bir büyü etkisi yapardı..
‘Pompaya Devam’
Sevgili motoruyla dağ bayır dolaşıp fotograf çeken; özellikle, hayatı ciddiye alarak, kendini disipline etmeye kalkışanlara karşı direnen Kaan Çaydamlı (Nejat İşler), alternatif kitaplar basan ‘Altıkırkbeş‘ adlı yayınevinin sahibi, entelektüel bir kişiliktir..
Kaan’dan biraz daha genç, daha az konuşan Mete Avunduk (Yiğit Özşener) ise, Kadıköy’de bar işleten, plâklar da dâhil pek çok şeyi biriktiren bir koleksiyonerdir..
Kent Fm‘in stüdyosundaki, üzeri, o geceyi hoşça geçirmeye yarayacak yiyecek ve içeceklerle takviyeli masaya karşılıklı oturan bu iki eleman, tamamen doğaçlama ve de ‘geyikleme’ yöntemiyle sohbetlerine başlar başlamaz, kendilerinin -her mânada hastası olan- radyo dinleyicileri de bulundukları yerdeki radyonun başında yerlerini almışlardır bile..
Ünü zamanla yayılan ve şehrin her katmanından insanları cezbeden program -kimi cılız müdahalelere karşın- iki genç adam ne zamana kadar isterse, o güne kadar sürecektir..
Programlarını, birbirlerini seven ve birbirleriyle sohbetten hoşlanan iki arkadaşın günlük buluşması gibi gören ve uygulayan ikilinin, olaya yaklaşımları öylesine bir ‘amatörlük’ içerir ki bu yaptıkları karşılığında para almayı akıllarından bile geçirmemişlerdir.. Bu husus üzerine düşündükleri anda da, radyodan gelecek ücretin, özgürlüklerine önemli bir engel teşkil edeceğine dair kesin kararlarını vermişlerdir bile..
Bir diğer sloganları, ‘Pompaya Devam’ olan ikilinin, özel hayatlarının bir rutini haline getirdikleri, rengi, tipi sürekli değişen kadınlarla icra eyledikleri ‘pompalamak’ eylemi, Kaan için biraz inkıtaya uğramış gibidir.. Zîra o artık, genç mimar kızlarımızdan Zeynep (Ahu Türkpençe)’e aşıktır..
Aşkın, adamın gözünü kör eden ve süresi giderek azalıp, zamanımızda artık aydan, gün birimine kadar inen o ‘cicim ayları’ bittiğinde, karakter ve de hayata bakışlarındaki -dikkatli seyircinin gözünden kaçmayan- farklılıklar, âşıklarımız için önemli bir sorun teşkil edebilir.. Benden uyarması..
‘Ekip Film Tedirginlikle Sunar’
Önce belgeseller çekmiş, en son da Devrim Arabaları gibi yine tarihi hakikatlerden yola çıkan bir öyküyü filmleştirmiş Tolga Örnek, bu son çalışmasıyla da anlaşılıyor ki gerçek olay ve kişileri perdeye yansıtmayı tercih eden bir yönetmen..
Her ne kadar mevzunun renkliliği, filme bir ‘belgesel soğukluğu’ katmayacak denli sıcaklık neşrediyor olsa da, benim üzerimde -uzaktan tabii- fazlasıyla ‘klasik’ bir imaj bırakan Örnek’in, bu denli sıradışı ve eksantrik bir konuyu, aynı sıradışı üslupla ve de başarılı bir şekilde kurmacaya dönüştürmesi, beni oldukça şaşırttı..
Günümüzde aynısını yapmanın, hem sosyal hem de siyasal ortam açısından imkânsız olduğu bu radyo programının, aceleci olmayan ve kendiliğinden, sakince akan hâlinin, filmin genel hâlet-i ruhiyesine aynen yedirildiğini söyleyebilirim..
Programı zamanında dinlemiş ve o büyüye kendini kaptırarak, Kadıköy sokaklarını bir bir arşınlamış arkadaşların, filmden epeyi etkileneceği âşikâr.. Lâkin, evrensel tarafları da gayet bâriz, başarılı bir dönem filmi olarak değerlendirilebilecek Kaybedenler Kulübü, hemen her türden seyircinin ilgisini çekecektir deyu da düşünüyorum..
Genel olarak, alanında en iyilerin bir araya getirildiği bir film izlenimi veren Kaybedenler Kulübü’nün oyunculuklarına gelince: Nejat İşler ve Ahu Türkpençe ‘standart’ oynarlarken, oyuncu olduğunu zerre hissettirmeden, olayı âdeta yaşayan Yiğit Özşener hârikaydı.. Bir de, Kaan’ın evine misafir olarak gelmiş ama hiç gitmemiş, yemek, içmek, sevişmek dâhil her işini aynı koltukta görebilme yeteneğine hâiz Murat rolündeki Rıza Kocaoğlu da çok iyiydi..
Seyircisini sıkmak bir yana, yolunu bulmuş su gibi rahatlıkla akıp giden film, haftanın tüm ecnebi filmleri arasından dahi kalitesiyle sıyrılarak bir numara olurken -şimdiden- yılın en iyi yerli filmleri listesine gireceği de kesin gibi..