İtalyan asıllı bir duvar işçisi olan babası evi terk ettiğinde takvim 1929’u, yani bütün dünyayı kasıp kavuran büyük buhranı gösteriyordu. O sıralar yirmi yaşında olan John Fante, bunun üzerine Kaliforniya’ya gitti ve bir balık fabrikasında çalışmaya başladı. İşçilikten arta kalan vakitlerinde sürekli okuyordu Fante. Yazarın 1933’te yazdığı, fakat o dönemde provakatif bulunduğu için ancak 1985’te yayımlanabilen, ilk eseri Los Angeles Yolu (Road to Los Angeles), ailesine bakmak zorunda kalan, her sabah iş bulmak umuduyla yollara düşen, yanından Nietzsche’sini, Schopenhauer’unu eksik etmeyen genç ‘Arturo Bandini’nin, dolayısıyla da Fante’nin Toza Sor’dan (Ask The Dust) önceki zamanlarını anlatır.
Annesi ve yobazlıkla suçladığı, Kız kardeşi Mona’yla yaşadığı gecekonduda, Bandini’nin kendine ait tek alan bir elbise dolabıdır. Burada porno dergilerle birlikte Spengler, Bergson ve daha nicelerini okuyan Bandini’yi, dinin afyon olduğunu düşünen, Tanrı hipotezini reddeden, gerektiğinde çalabilen ama ‘asla’ bir hırsız olmayan bir yarı-aydın olarak tanımlayabiliriz sanıyorum. İlkin bir markette çalışmaya başlar Bandini, her fırsatta tuvalete kaçıp Nietzsche okumayı eksik etmez. Sonunda da yakalanıp kovulmayı başarır. Büyük buhranın ortasında dımdızlak kalan Bandini, iş aramaya koyulur sonrasında. Fante’nin alter-egosu Bandini tıpkı yaratıcısı gibi Meksikalı, Filipinli ve Japon işçilerden mürekkep bir balık konserve fabrikasında çalışmaya başlar.
Otoriteler tarafından pek de edebi sayılmayan Fante’nin, Bandini’nin ağzından yoksulluğu ve parasızlığı betimlemedeki gücü kendisine edebiyatçı denilen çoğu yazara taş çıkartan cinstendir:
“Her zaman para hakkında düşünüyordum… Balık görmediğim zaman para görüyordum düşlerimde. Avucum sıkılı uyanırdım, içinde para varmış gibi, bir altın sikke gibi. Elimi açmaktan nefret ederdim, çünkü zihnimin bana oyun oynadığını, avucumda para filan olmadığını bilirdim…”
Fabrikada da boş durmaz işçi-yazar Bandini, köşesine çekilip notlar alır, okuduğu kitabı yanında taşır her daim. Kitabın on beşinci kısmında da üç çocuk sahibi yoksul Meksikalı Manuel’i neden grev yapmadığı konusunda eleştirir. Bir nevi işçi lideri rolüne soyunur yani. Fabrikanın altını üstüne getirmesi, hakkını aramasını öğütler ona. Bir sabıkalıdan farklı görünmediğini söyler. Bandini’ye göre ; ayakkabı, süt istemelidir Manuel bağıra çağıra!!! “Hani sütün?” diye sorar. Fante’nin süt takıntısı Los Angeles Yolu’nda da karşımıza çıkmış olur böylelikle.
Anımsarsanız Tersninja’daki ilk yazımda Fante, Bukowski ve süt bağıntısı hakkında birkaç notumu aktarmıştım. Onları tekrarlamakta fayda var diye düşünüyorum bu noktada:
“Fakat en önemli detay kitabın da, filmin de girizgahında bu kaybeden tiplerin süt için gayrı-ahlaki yöntemlere başvurması. Kitapta, borç para verdiği Hellfrick’ten tahsilatı bir türlü gerçekleştiremeyen Bandini’nin en çaresiz anında kapısı çalınıyor, gelen tabii ki Hellfrick! Borcuna karşılık, her gece birlikte içtiği arkadaşı, şüt şirketinin şoförünün kamyonundan süt çalabileceğini belirtiyor Bandini’nin. Onlar içerken, Bandini kimsenin ruhu duymadan birkaç şişeyi kolayca gaftileyebilir. Böylece hesap da kapanmış olur. Dikkat edilecek olursa, bu iki ele-geçirme halinin çok benzeştiği söylenebilir. Kitaptaki biraz daha komplike olmakla birlikte, en az Büyük Lebowski’deki (Big Lebowski) süt vakası kadar masumane, belki de çocukça. Derecelendirilse ikisinin de aynı suç hanesine düşmesi işten bile değil hatta…”
Buna ek olarak, Los Angeles Yolu’unda da yine farklı bir ele-geçirme yöntemini tavsiye ediyor Manuel’e Bandini;
“Neden erkek gibi grev yapmıyorsun? Neden bağıra çağıra süt talep etmiyorsun?
On yedinci kısımda geldiğimizdeyse, başkaldıran hezeyanlarına da şahit oluyoruz Bandini’nin. Annesine, kendi incittiği parmağını makineye kaptırdığı yalanını sıkan Bandini, ardından döktürmeye başlıyor her zamanki gibi;
“İsyan ediyorum. Amerika için yeni bir gün doğmakta, benim ve o iğrenç fabrikadaki mesai arkadaşlarım için yeni bir gün doğuyor. Yeni bir ülkenin hayalini kuruyorum. Selam sana Yeni Amerika!”
Burada sayılamayacak kadar çok sevdiği yazara gönderme yaparken, sevmediklerini de es geçmiyor Fante. Bandini’nin kardeşi Mona’ya okuttuğu Kathleen Norris’in eserlerini ‘iğrenç domuz kusmuğu’ olarak niteliyor. Batının çöküşünden, çağdaş dünyanın mutsuzluğundan sorumlu tutuyor Amerikalı çok-satar şair denemeciyi.
Gerçi hemen ardından özeleştirisini de yapıyor yazar, ya da başkalarının ona getirdiği eleştiriyi dillendiriyor kendine has bir üslupla Bandini’nin yazdığı Arthur Banning’in –Arthur Banning de, Bandini’nin alter-egosu tabii anlaşıldığı üzere- serüvenleri üzerinden:
“İş yoktu bu romanda. Gevezeydi biraz; çok fazla sözcük kullanılmıştı. Sıkıcıydı biraz. Iskalıyordu. Oldukça kötüydü. Hayır, çok kötüydü. Berbattı. Saçmaydı, gülünçtü, budalacaydı; ah budalacaydı, budalaca, budalaca. Bu budalaca şeyi yazdığın için utanmalısın kendinden.”
Tabii bunlar bir Fante’nin yaratım buhranları olarak da görülebilir başka bir açıdan bakıldığında.
Yazarın kendi hayatının çok önemli bir kesitinden izler taşıyan Los Angeles Yolu, beş kuruşsuz dahi olsa Hemingway’e özenip bahşiş bırakan, her fırsatta kitaba sarılan, içki ve sigaradan pek hazzetmeyen süte takıntılı kütüphane gediklisi kült karakter Arturo Bandini’nin de doğuşunu müjdeliyordu.
Los Angeles Yolu, ülkemizde 2004 yılında Parantez Yayıncılık tarafından, Avi Pardo çevirisiyle yayımlandı.
Romanın sonundaysa aile evini terk ediyor genç Bandini, melekler şehri Los Angeles’in en büyük aylaklarından biri olma yolunda, emin adımlarla Toza Sor’a doğru yürümeye koyuluyor. Ben de bugünlerde tıpkı Arturo Bandini gibi aylak aylak arşınlıyorum şehrin sokaklarını, paltomun iç cebinde John Fante, Los Angeles yolu…
*Yazının kısaltılmış hali 3 Ocak 2012 tarihli BirGün Gazetesi nüshasında, “Selam sana Yeni Amerika!” başlığıyla yayımlanmıştır.