Suat Yalaz‘ın, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük çizerlerden biri olması dışında da önemli bir özelliği var. 8 filmi olan bir yönetmen o. Ve daha da önemlisi o sekiz filmden yedisi Karaoğlan filmi. Kendi yarattığı karakteri beyazperdeye taşıyan Suat Yalaz’ın bir başka çizgi romanı Son Osmanlı: Yandım Ali de yakın zamanda beyazperdeye malzeme olmuştu hatırlarsanız. Suat Yalaz’la sohbet ederken çizgi romanların, siyah beyaz filmlerin hüküm sürdüğü bir geçmişe yolculuk yaptık.
Zagor, Teks, Tommiks, Teksas gibi İtalyan çizgi romanları hakkında ne düşünüyorsunuz?
İtalyanlar çok aktif bir millet. Amerika’dan sonra bu janrı en güzel kullanan insanlar. Fakat, sinemada hani B sınıfı filmler vardır ya, İtalyan resimli romanları onlardan. Fransızlar A sınıfı kalitede resimli roman yaparlar, fakat kitlelere seslenemezler. Onları, elit bir kitle takip eder. Amerika’daki resimli romanlar, büyük kitlelere hitap eder. Avrupa’da da bu işi en güzel yapan millet İtalyanlardır. Ben, resimli romancılık hayatım boyunca Türkiye’yi istila etmiş Amerikan resimli romanlarına karşı Karaoğlan ve Son Osmanlı gibi bir tiple çıktığım için, benim muhatabım daha çok Amerikalılar oldu. İtalyan resimli romancılarını, Pekos Bill’i, Teksas’ı etüt edemedim ve onları da muhatab almadım.
Amerikan yapımı çizgi romanlarla daha çok ilgili olduğunuzu söylüyorsunuz. Onlar hakkındaki düşüncelerinizden bahseder misiniz?
Superman, Örümcek Adam, Batman gibi resimli romanlar çok eskilere dayanıyor ve bütün dünyanın tanıdığı, çok tutmuş resimli romanlardır. Bunlar, klasik şablonlar içerisinde, çocuksu hikayelerle, büyük kitlelere hitap edebiliyorlar. Ne İtalyan resimli romanlarında, ne de Amerikan resimli romanlarında ayıptır söylemesi bizim Karaoğlan’ın şiirsel yanı, felsefi yanı, anneye, babaya, bütün aileye hitap eden yanı yoktur; onlar on, on beş yaş arasındaki çocuklara hitap eder. Siz hiç Tommiks, Teksas okuyan yirmi beş yaşında bir adam düşünebiliyor musunuz? Ama Karaoğlan’ı, yirmi, otuz hatta ellili yaşlarda, bakanlar, müsteşarlar falan okuyor. Bu yüzden, Tommiksler, Teksaslar çok yaygın olmalarına rağmen, hikayeler çocuksudur, resim kaliteleri bakımından da ikinci ligin resimlerine sahiptir.
Sizin en sevdiğiniz kahraman hangisi?
İtalyanlardan bir misal veremeyeceğim. Benim sevdiğim resimli roman kahramanları arasında Jan Hero’nun çizdiği Fransız resimli romanı Blueberry var. Bu da senelerdir çok tutmuş, büyük tiraj yapmış, hem resim hem de yazı bakımından son derece kaliteli bir resimli romandır. Bir Hugo Pratt var, Son Osmanlı’yı bana telkin eden resimli romandır, fon olarak tarihi, belgesel olayları alır ve kendi kahramanı Corto Maltese ile romanını yazar, süspensini kurar, çok da güzel resimler yapar, her resmi, her karesi bir Picasso tablosu gibi büyütülüp duvara asılacak güzelliktedir. Hem güzel, heyecan verici bir roman okursunuz, hem de güzel resimler seyredersiniz. İşte bunların yanında İtalyanların Tommiks ve Teksas’ı çok çocuksu kalıyor.
Çizgi roman söz konusu olduğunda, dünyayla kıyasladığınız zaman Türkiye’yi nerede görüyorsunuz?
Bilmeyenler için biraz megalomaniye kaçacak ama, biz Karaoğlan ve Son Osmanlı resimli romanlarıyla Avrupa ve Amerika ile aynı kulvarda koşuyoruz. Zaman zaman nasıl halterde dünya şampiyonluğu yapıyorsak, Karaoğlan’la ve Son Osmanlı’daki bazı maceralarla, bazı diyaloglarla Hugo Pratt’ı yakaladık, zaman zaman geçtik. Hugo Pratt dünya çapında bir adam. Mesela Türkiye’de Sezgin Burak vardı ama onu da genç yaşta kaybettik. Belki o da bugün yaşasaydı, çok iddialı şeyler yapacaktı. Eski dostlarımdan gene kaybettiğimiz, Malkoçoğlu’nu çizen arkadaşımız Ayhan Başoğlu, çok başarılıydı fakat günlük gazete resimli romancısı olmanın ötesinde bir şey gösteremedi. Ama ben filmlerini çekmiş ve Avrupa’da uzun zaman kalmış bir insan olarak Avrupalılarla, amerikalılarla yarışabilecek düzeyde eserler verdim. Avrupalı beni tanıyor, Avrupalı Türk resimli romancılığının kendilerininkinden hiç de aşağı kalır bir yanı olmadığına dair bir kanaat edinmiş durumda.
Avrupa’ya kendinizi geliştirmek için mi, yoksa biraz küskünlük dolayısıyla mı gittiniz?
Ben burada çok başarılı olduğum dönemde bile Avrupalı olmamanın sancısını çekiyordum. Çok güzel şeyler yapıyoruz, Karaoğlan filmi hasılat rekorları kırıyor ama bunların ötesinde kimse tanımıyor bizi. Bu da insanda güdüklük hissi uyandırıyor, bir Asyalılık, ikinci sınıf coğrafi bölge olma durumu gibi bir şeyler hissettiriyordu. İçimde bir Avrupalı olabilme tutkusu vardı ama gidemiyordum. Filmcilik yaptığım sırada, Kartal Tibet’in beni yüzüstü bırakıp benim filmciliğimi sakatlaması yüzünden insanlara küstüm ve “Galiba dedim, Avrupa’ya gitmenin en güzel zamanı…”, böylece Avrupa’ya gittim.
Döndüğünüz zaman neler hissettiniz?
Avrupa’ya gitmemin bir nedeni de Co-Prodüksiyon film yapmak istememdi. Ama giderken çantama Karaoğlan’ın maceralarını da koydum, ne olur ne olmaz diye. Üçüncü günü, Karaoğlan’ı satın aldılar. Ondan sonra orayı çok sevdim ve kalıverdim. İyi de oldu, o Avrupa kariyerim de öylece başlamış oldu. Avrupa’dan döndüğüm zaman, Türkiye’de resimli romanın tamamen ihmal edilmiş, sahipsiz, abisiz kalmış olduğunu düşünerek döndüm. Almanların Larousse’u, Hachette’i gibi çok büyük bir firma olan Bertelsman Yayınevi ile Küçük Vampir üzerinde çalışmalar yapıyorduk. Fransa’da küçük cep kitaplarına resimli romanlar yapıyordum ama dedim ki; “Bu Avrupalı’nın ressamı da var yazarı da var. Benim ülkemde bana ihtiyaç varken ben burada niye bunlarla uğraşıyorum?”, “Türkiye’de Karaoğlan gibi bir olayı yaratmış bir insan, Avrupa’da Alman çocukları, Fransız çocukları, Belçikalı çocuklar için neden çocuk hikayeleri, vampir hikayeleri, Pinokyo, Peter Pan gibi şeyler yapıyorum?” dedim ve Avrupa’daki konforumu bırakıp geldim. 1982 yılında Güneş Gazetesi çıktığı zaman beni çağırdılar ve benim Mon Parnas’daki yayınevini, atölyeyi bırakıp gelmemi istediler, Güneri Cıvaoğlu, Ahmet Kozanoğlu beni çağırdı. Avrupayla bağları ilk o zaman kopardım. Sonra yeniden döndüm. Ardından, Sabah Gazetesi ile çalışmak üzere geldim ve olgunluk çağının en güzel eserlerini, belgeseller ve Enver Paşa gibi eserleri Sabah Gazetesi ile verdim. Karaoğlan’la Orta Asya Türklüğünü yeniden harlandırmış olduk, yeniden alevlendirdik. Şimdi Sabah gazetesindeki atakla, yakın tarihimizi eşeledim. Enver Paşa Osmanlı’nın son yıllarını falan anlatıyor, belgesellerle, sonra Atatürk’e Suikastler, Çerkez Ethem, Topal Osman… Bunlarla, belgesellerle yakın tarihimize damga vurmuş insanları anlatırken tarihimizi sevdirmek gibi bir yolu denedik, sonra da Son Osmanlı adı altında, Yandım Ali diye anılan bir bahriyeli teğmenin maceralarıyla da, daha romansı maceralar anlattık, bunlar da büyük ilgiyle izlendi.
Bize biraz da Abdullah Ziya Kozanoğlu’ndan (Yalaz’a belki de Karaoğlan’ın ilhamını veren Büyük Türk Romanları yazarı) söz eder misiniz, kendisi nasıl bir insandı?
Kendisi, benim çocukluğumun idolüydü, hayranı olduğum bir yazardı. Bana Türk milliyetçiliğinin tadını, tuzunu aşılayan bir yazardı. Ben çocukken, efsane bir adamdı. Onun Kızıl Tuğ, Atlı Han, Kolsuz Kahraman, Savcı Bey gibi kitaplarını büyük bir zevkle, heyecanla okuduk. Tabii o zamanlar resimli roman yoktu, sinemalar bu kadar yaygın değildi., televizyon hiç yoktu. Onlar, bütün dünyamızı aydınlatan, neşelendiren kitaplardı. Kendisiyle yıllar sonra İstanbul’da karşılaşıp da beraber çalışacağım falan aklımın ucundan geçmezdi. Tanıştık, ilk olarak birlikte Kaan dizisini yaptık, beni resimli romancılığa çeken, davet eden ve başlatan Abdullah Ziya’dır. Kendisini çok sevdim, o da beni çok sevdi, beraber güzel şeyler yaptık.