Spor dünyasından 3 efsanevi ismin mücadeleyle dolu yaşamlarına odaklanan Bir Devin Omuzlarında, Senna ve Escobar belgeselleri, kahkahalarla hıçkırıkların birbirine karıştığı unutulmaz anlarla dolu.
Serdar Akbıyık
Hiç de alışık olmadığımız şeyler oluyor sinema endüstrisinde. Daha önce belgesel lafını doğada koşturan aslanlar veya vahşi yaşam olarak algılayan sinemamız ilk önce belgesellerle festivallerde tanıştı. Daha sonra internetin büyüsü sayesinde toplum belgeselin ne kadar önemli bir tür olduğunu anladı. Ve en sonunda sinema salonları da bu önemli türe ilgisiz kalamadı. Geçen hafta Senna (Yön: Asif Kapadia, 2010) vizyona girdi. Ünlü F1 pilotu Brezilyalı Ayrton Senna’nın hayatını anlatan belgesel izleyeni sarsacak bir yapım. 1994 yılında geçirdiği kaza sonucu hayatını kaybeden Senna’nın kişisel hikayesi sadece bir araba yarışçısının öyküsü değil. Brezilya için anlamı, dini görüşleri, Alain Prost ile girdiği rekabette duruşu ve ona yapılan haksızlıklar izlenmeye değer. Batı dünyasının kendi içinde yaşadığı ikiyüzlülüğü deşifre eden Senna’nın hikayesinde F1 endüstrisinde yaşanan rezaletleri de gözler önüne seriyor. Bazı sahneler inanılmaz. Mesela Senna’nın ilk F1 yarışında birinci olarak varış çizgisini geçtiği anda attığı kahkaha ve hıçkırık karışımı o garip çığlığı. Arabayı durdurduktan sonra kendinden geçmiş ve fizik olarak bitmiş halini, yardıma gelenlerin parmaklarını zorla direksiyondan söküşlerini unutamam. Omuzlarına öyle bir kramp girmiş ki acıdan ağlaya ağlaya birincilik kupasını havaya kaldırmaya çalışıyor. Zaten sonunda da yere düşürüyor kupayı.
Efsanenin acı gerçekleri
Geçen hafta sonunda yurdumuza gelen Kerim Abdül Cabbar’ın belgeseli Bir Devin Omuzlarında (On The Shoulders of Giants, Yön: Deborah Morales, 2011) da Türkiye’de özel gösterimlerle izleyici ile buluştu. Film Kerim Abdül Cabbar’ı anlatmıyor. The Harlem Rens takımının kuruluşuna ve NBA’ye etkisine odaklanıyor. ABD’deki ırkçılığın basketboldaki boyutları, yaşanan acılar insanı şaşırtıyor.
Siyahların o dönemde beyazlarla beraber basket oynayamaması ve daha sonra bugünlere gelinmesi çok ilginç. Bu filmle birlikte Batı kültürünün temellerinde ne büyük haksızlıkların, iki yüzlülüklerin yattığını bir kere daha görüyoruz. Zaten Kerim Abdül Cabbar’a sorduğum bir soru üzerine söyledikleri çok önemliydi. Filmde anlatılan türde bir ırkçılığın Türkiye’de yaşandığını düşünüp düşünmediğini sorduğumda şöyle cevap verdi:
“Burada öyle bir ırkçılık yok. Zaten Osmanlı imparatorluğunun mirasçısı olan bir ülkede böyle bir şey olamaz. Osmanlılar devşirme usülüyle bir toplum yaratmışlar. Bu çok önemli bir şey. Bütün farklılıkları bir arada eritmişler, böyle bir anlayışta ırkçılık olamaz.”
Sinemadaki belgesel macerası burada da bitmeyecek. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen İki Escobar belgeselinin de vizyon alacağını biliyoruz. Pablo Escobar ve Andrés Escobar. Spor, uyuşturucu ve politika Kolombiya toplumunun ayrılmaz parçalarıydı.
Pablo Escobar, Medellin Karteli’ni yöneten, dünyanın en zengin ve en güçlü uyuşturucu taciriydi, Andrés Escobar ise Kolombiya’nın en büyük futbol yıldızı. İkisinin de benzerlikleri sadece soyadlarıyla kalmadı. Pablo Escobar ABD baskısıyla öldürüldü. Andres Escobar ise Dünya Kupası’nda kendi kalesine gol atınca ülkeye dönüşünde bir silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. İki Escobar öyle bir belgesel ki kurmaca senaryo yazsalar bu kadar etkileyici bir film çekemezlerdi bu iki insan üzerine. Ümit ederim bu filmi vizyona sokmaktan vazgeçmezler. Sinemanın büyüsü artık belgesellerde yaşıyor. Alışkanlıkları değiştirme vakti…