John Wick’i ilk izlediğimde açıkçası pek beğenmemiştim, belki -klasik- aksiyonu ikinci sınıf görme hastalığına yakalanmıştım belki de karakter motivasyonunun “köpeğimi öldürdüler” seviyesinde seyretmesinden rahatsız olmuştum, gerekçesi ne olursa olsun tatmin edici bir seyir olmamıştı. 2 yıl sonra gelen devam filminin arefesinde John Wick’i tekrar izleyip hafızamı tazelemek istediğimde ise durumda birden değişti; filmin özenle inşa ettiği ve New York’un her tarafına nüfuz eden dünyası, çizgi roman estetiğinden beslenen biçimsel denemeleri ve 70’li yılların aksiyon filmlerine bulunulan saygı duruşları gibi ilk izleyişte pek önemsemediğim, üzerinde durmadığım veya ıskaladığım birçok hususun aslında gayet iyi olduğunu fark ettim ve olumsuz fikirlerim olumluya dönüştü. Bu hafıza tazeleme işleminin yarattığı etkiyle John Wick 2’ye belli bir beklenti içerisinde gittim, kurduğu dünyayı tekrar görmek en büyük amacımdı, ve beklediğimi, hatta fazlasını buldum.
John Wick 2’nin temel amacı, ilk filmde kurulan dünyayı detaylandırmak ve genişletmek. Continental Hotel ve New York odaklı yeraltı dünyası bu defa uluslararası alana taşınıyor, ilk filmde birer cümle veya kareyle geçiştirilen karakterler, yerler, örgütler detaylandırılarak filmin dünyası bir evrene dönüştürülüyor. Yeraltı dünyasının Birleşmiş Milletleri olan Yüksek Şura ve Continental Hotel hakkında gerekli malumatı verdikten sonra mafyanın ana vatanı İtalya’ya yelken açan John Wick 2, tüm bu evren genişletme çabaları esnasında soluksuz izlenebilecek, stil sahibi birinci sınıf aksiyon sahnelerini birer birer perdeye getirmeyi de ihmal etmiyor. Uzun zamandır aksiyon filmlerinde görmediğimiz bir bilinç seviyesine sahip olan John Wick serisinin arkasında yer alan Chad Stahelski’nin kick-box geçmişi ve Bruce Lee’nin kendi geliştirdiği Jeet Kune Do’yu sinema dünyasına uyarlama yetisi, 15 dakika aralıklarla perdeyi dolduran çatışma ve dövüş sahnelerinin bile en ufak bir şekilde aksamasını, rahatsızlık vermesini engelliyor.
Game of Death, They Live ile Buluşuyor
John Wick 2’nin asıl başarısı ise bu bahsettiğimiz hususların ötesinde: Bilimkurgu mantığı ve şemasıyla bilimkurgu olmayan bir aksiyon filmi çekmek. Hatta John Wick 2 için düpedüz John Carpenter’ın They Live (1988) filmiyle Bruce Lee’nin Game of Death (1978) filminin birleşmiş hali de denebilir. İlk filmdeki araba tamircisi Aurelio, kapıya gelip John Wick’i işbaşında görünce sessizce bırakan polis, ceset temizleme işindeki ekip gibi yan parçalarla başlayan “yer üstü insanlarıyla yeraltı insanları arasındaki görünmez duvar” ikinci filmde bambaşka bir noktaya taşınıyor. Sanki yeraltına ait kişiler tıpkı They Live’deki gibi gözlüklere sahipler ve etraf ne kadar kalabalık olursa olsun sıradan insanlarla mafya mensuplarını anında ayırt edebiliyorlar. Roma’daki kalabalık partide, metronun merdivenlerinde, açık alandaki havuzun etrafında, sanat müzesinde yaşanan yoğun çatışmalarda yeraltına ait insanlar anında belirginleşiyor ve kazaen dahi olsa yer üstüne ait insanlar bu şiddet çemberine en ufak bir şekilde dahil olmuyor, yaşananlardan hiçbir şekilde zarar görmüyorlar. Ve John Wick, Game of Death’deki Bruce Lee gibi kademe kademe ilerledikçe durum daha da alenileşiyor: Köşede oturan dilenci, yerlere paspas çeken temizlik görevlisi, bankta oturan genç kız, metroda keman çalan kadın John Wick’i anında tanıyan, hedefleyen bir avcıya dönüşüyor ve John Wick de sıradan insanlarla kendisine saldıracak avcıları anında fark ediyor, asla iki dünyanın insanlarını birbirine karıştırmıyor. Bu durum sıradan insanlar için de büyük ölçüde geçerli; kendilerini kuşatan, dünyanın dört bir köşesine yayılmış örgütleri fark etmiyor, etraflarında yaşanan çatışmalara gerekli tepkiyi göstermiyorlar. Camorra lideri Santino D’Antonio’nun açtığı ihale sonrası tıpkı They Live’deki Nada gibi açık hedef haline gelen ve çaresizce New York sokaklarını arşınlayan John Wick’in kuşatılmış hali akıllara Matrix’ten (1999) Brazil’e (1985) kadar uzanan bilimkurgu filmlerini de getiriyor. John Wick, 70’li yılların “tek kişilik dev kadro” aksiyonlarıyla 2000’li yılların çizgi romanlarını buluşturan bir eserken John Wick 2, 80’li yılların paranoyadan beslenen bilimkurgularıyla uzakdoğu aksiyonlarını harmanlayan ve devletleşen mafya yapılanmalarını gözler önüne seren bir esere dönüşüyor.
Uzun yıllar aksiyon filmlerinde dublörlük yaptıktan sonra John Wick’le yönetmenliğe adım atan Chad Stahelski, başarısının tesadüfi, bütün barutu tek atışta harcayacak kadar tezcanlı olmadığını John Wick 2’yle kanıtlıyor. John Wick’in sinema yolculuğundan memnun bir sinemasever olarak ufukta beliren devam filmi ve kişisel hafızamın derinliklerinde yatan Highlander’ın yeniden çevrimi içi Stahelski’ye güvenim tam; sahadan gelen, ne yaptığını bilen ve sinema sevgisini göze sokmadan aktaran yönetmenlere hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.