Çok eskiden bir gün, Jesuit Joe ile ilgili kısacık bir yorum okumuştum. O zamandan beri filmin peşindeyim. Bahsettiğim zamanlar henüz ne legal ne illegal, filmlere çok da kolay ulaşamadığımız zamanlardı. Ya CD/DVD formatında ulaşabilmeyi veya TV kanallarından birinde denk gelmeyi bekliyorduk. Jesuit Joe o zaman da, filmlere kolay ulaşılabildiğimiz şimdilerde de ulaşamadığım bir film oldu. Neyse ki yakın zamanda izleme şansına erişebildim fakat aynı zamanda alt yazı ile izleme şansı bulamadığım gibi görüntü kalitesinin düşüklüğü de filmin hala peşini bırakmama kararımın vesilesi oldu.
Yazarınız, sinema tarihinin belki de en güzel, en içten ama en izlenemeyen filmi ile ilgili duygularını paylaşma derdine düştü, lakin elinde pek malzeme yok, bu yüzden ulaşabildiğim detaylarla elimden geldiğince Jesuit Joe’yu anlatmaya çalışacağım.
Film üzerine yazı var mı, film izleyiciye nasıl görünmüş, nasıl yorumlanmış, çekim aşamasında, hazırlık sürecinde dikkat çekici bir ayrıntı var mı, oyuncu, yönetmen ve yine filme katkıları ile bestecisi hakkında bilgiye ulaşmaya çalıştığım her adımda kapana kısıldım. Türkçe kaynak bulamadığım gibi verimli İngilizce kaynaklara da ulaşamadım. Filmi sadece Fransızca bilenlerin ağız tadıyla izleyebileceği ve paylaşımlarda bulanacağı varsayımından yola çıkarak Fransız kaynaklarını taradım, tercümanlardan yardım istedim ama yine pek fazla yol kat edemedim. Jesuit Joe, bir anti-kahraman olarak ne kadar gizemli ise filmi de en az o kadar gizemli oldu benim için. IMDB’nin ise (en akla hayale gelmeyecek filmlere dair bilgilere ulaşabildiğimiz bir veri tabanı olarak) bana verdiği bilgi ancak şu oldu; “To date (2016), never released on DVD or Blu-Ray. Only a VHS release, in French, without subtitles, exists.” Kısaca, sene olmuş 2016 filme hiçbir şekilde ulaşamıyoruz denmiş. Yine öğrenebildiğim kadarı ile film tüm Dünya’da sadece 1991’de Fransa’da, 1992’de Finlandiya’da gösterim şansı bulmuş. Şimdi diyebilirsiniz ki bu kadar Joe obsesyonuna gerek var mı? Yok mu? Yok elbette ama film öyle güzel ve gizemli ki, görselliği ile o kadar kalbinize işliyor ki, daha iyi bir formatta izleme ve daha fazla bilgiye ulaşma arzusundan kendinizi alıkoyamayacağınıza söz veriyorum.
Ulaşabildiğim bilgiler ışığında film, yönetmen Olivier Austen’ın ilk ve tek, başoyuncusu Peter Tarter’ın ilk ve tek, bestecisi Erik Armand’ın ilk ve tek filmi/çalışması gibi görünüyor. Hal böyle olunca insanın aklına gelen ilk düşünce; “arkadaşlar toplanmışlar, bir film çekmişler” oluyor. O kadar! Ama ortada arkadaşların toplanıp hadi bir film çekelim diyemeyeceği kadar amatörlükten uzak, usta işi bir film var. Aslında amatörlükten uzak dediğime de bakmayın, zira video klip estetiğinde, müzikle beslenmiş, slow motion o kadar çok sahne var ki, bunu da ancak amatörlükle açıklayabiliriz. Lakin kuş uçuşu çekimleri, özellikle Peter Tarter’ın sade ve muhteşem oyunculuğu ile tüm kusurlarını görmezden gelmekte sakınca yok. Beri yandan yazarınızın bilgiye ulaşmakta yeterli beceriyi gösteremediğini varsayarak fazlasına ulaşabilirseniz yazarınızla paylaşmanızın ne kadar sevindirici olacağını da paylaşmak isterim.
Film aslında bir Hugo Pratt çalışması, çizgi roman uyarlaması. Çizgi romana da ulaşamadım bu arada, bu da tarihe not düşülsün. Ama yaratıcısının genel olarak hikâyelerinde sorumluluk, insancılık, sosyal adalet gibi temalara yoğunlaştığını, Avrupa’nın kolonileşme ideallerine kuşkucu yaklaşımları ile bilindiğini öğrenebildim. Çalışma ilk defa İtalya’da Pilote adında bir dergide yayınlanmış, sonrasında 1980’de Fransa’da jesuit Joe adıyla kitaplaştırılmış.
Joe, çocuk yaşta anne ve babasını kaybetmiş, bir Cizvit Papazı tarafından yetiştirilmiş, ancak gel zaman git zaman ona dikte edilen yapaylığa karşı çıkıp doğasına dönmeye karar vermiş bir genç adam ve aynı zamanda acımasızlığı yanında ironik bir şekilde vicdanlı ve bilge bir karakter. Bir anti-kahraman, Kanada yerlisi, kötülerin düşmanı iyilerin dostu, kırmızı kraliyet üniforması giyer ama üniformaya inanmaz, yardıma ihtiyacı olanlara yardım eder, çocukları sahiplenir, kurtarır vs. Joe’nun öyküsü, yine aynı papaz tarafından büyütülmüş ancak kaybettiği kız kardeşini arama öyküsü, bir manada yol filmi de diyebiliriz. Anlatıcı beyaz bir akbaba ve filmin en çekici, etkileyici sahnelerinin akbabanın uçuşu ile izleyiciye sunulan kuzeyin karlı ormanlarında olduğunu söylemeliyim. Seyir esnasında, uçuyor, yüksekten düşüyor hissi veren, dağları, nehirleri, ormanları akbaba ile aştığımız bir görsel şölen.
Açılış sahnesinde, izleyiciyi büyüleyen senfonik parçanın adı Flying Sprit ve akbabanın gözünden dağları aşarken kendinizi astral bir seyahat halinde hissetmeniz olası, akbabanın sözleri de sahne ve müzik çalışması ile bütünleşiyor; “Bir Kızılderili için insan ve hayvan arasında engel yoktur, ruh önemlidir. “ Beri yandan akbaba için insan, potansiyel bir ziyafetten fazlası değilken Joe’dan söz ederken hayranlığını gizleyemeyerek, “midemden daha fazla büyüleyici” der. Akbabanın anlatısı ile Joe yarı insan yarı kurt olan bir soya aittir ve beyaz adamın yasasının onun için bir anlamı yoktur. Nitekim seyir boyunca da akbabanın iddiası defalarca bizzat Joe tarafından tescillenir.
Bu arada filmi Türkçe dublajlı olarak izledim ve dublaj çalışması oldukça başarılı, yalnızca ses bandındaki kalitesizlikten dolayı boğuk ve bu durum seyri biraz zorlaştırıyor. Yanı sıra büyük kuzeyin karlarının izleyiciye sunumu öyle etkili ki, film yüksek görüntü ve ses kalitesiyle perdeden daha fazla izleyiciye ulaşsaydı bugün The Revenant sırf görüntü çalışması sebebiyle bu denli etki yaratır mıydı şüpheliyim!
Joe’nun kişilik ironisi yanında sahne ve müzik birlikteliklerinde de zaman zaman ironi-harmoni aynı potaya girebiliyor. Filmin ilk çatışma sahnesi vals yapabileceğiniz bir müzik ile süsleniyor ki çalan parçanın adı da Three Colors Waltz ve filmin ilerleyen dakikalarında akbabanın dile getireceği beyaz, kırmızı ve siyah renklerine işaret ediyor. Filmi sahne sahne, kare kare incelemek ve paylaşmak isterdim ama zamanınızı almak istemem, tüm alt metin zaten tek sahneden kendini sunuyor. Çatışmanın ardından aynı müziği ıslığı ile devam ettiren Joe, valsine devam edeceğine dair izleyiciye göz kırpıyor. Yukarılarda bir yerde Hugo Pratt’ın, Avrupa’nın kolonileşme ideallerine kuşkucu yaklaşımlarını dile getirmiştik ya, aslında kuşkudan çok bir tespit yaptığını iddia edebiliriz. Joe üniformayı giyerken ve akabinde onu yetiştiren papaz ile karşılaştığında akbaba da hikâyenin derdini, Joe’nun düzen içerisindeki konumunu özetleyecektir; “Bu açıdan görünüş tam bir gösteriydi. Gerçek olmayacak kadar güzel olan adalete ve düzenin aksine Joe, güzel olamayacak kadar gerçekti. Buna rağmen o güzeldi. Yeni giysisi daha temiz olmasına rağmen daha kötü kokuyordu. Temizliğin mikropları öldürdüğü bilinen bir gerçekti. Kara yürekli ve beyaz ruhlu Kızılderili, beyaz adamın kırmızı üniformasını giyiyordu. Bu melezin psikolojisinde kendini kaybetme eğilimi vardı. Biliyorum çok kanlı ama üniforma ve kafa derisi yüzme işi arasında bir bağlantı vardı. Üniforma kan rengiydi.”
Joe, papazın karşısına dikildiğinde yine akbaba; ”Hikâyemizin 3. rengi, beyaz ve kırmızıdan sonra siyah ortaya çıktı” der. Hikâye, bu 3 rengin valsı üzerinedir zaten. Beyaz adamın Joe’nun yaşadığı topraklara gelişi, ardından daha temiz ama daha pis kokan kırmızı üniforması ile kanlı işgali ve siyah giysili din misyonerleri ile yerlilerin öz yaşamlarını tamamen alt üst etmesi, Joe’nun köle olamayacağını ancak asi olabileceğini keşfetmesine sebep olacaktır. Beyaz adam, topraklarını, kadınlarını, inançlarını, yaşamlarını çalarken, bireysel bir hikâye üzerinden kitlesel bir değişime karşı tek başına isyan eden, kara yürekli beyaz ruhlu Joe’nun, büyük kuzeyin karlarında insanlık onuruna sahip çıkışının, mücadelesinin öyküsü bu…
Jesuit Joe’nun bütün güzelliklerini bir gün perdede sunabilmesi dileği ile…
Keyifli seyirler.