Sansür tartışmaları nedeniyle coşkusuna gölge düşen 34. İstanbul Film Festivali, çekilen filmler ve iptal edilen yarışmalarla gündemde. Sinemaseverlerin bütün yıl beklediği nisan ayı filmden filme aç susuz koşma dönemi olacakken, siyasetle kirlendi. Yine de festivalin salonları unutulmaz filmlerle aydınlanıyor. İşte onlardan üçü.
Serkan Çellik
TAŞKINLAR KULÜBÜ
The Riot Club
Danimarkalı yönetmen Lone Scherfig’in en son Aşk Dersi (An Education) ve Bir Gün (One Day) filmlerini izlemiştik. Laura Wade’in oyunundan uyarladığı yeni işi Taşkınlar Kulübü, şimdiye dek çektiği en etkileyici yapım olmaya aday.
Oxford Üniversitesi’nin sadece on üye kabul eden efsane öğrenci kulübü o dönem sekiz kişi kalmıştır. Geleneksel yemekten önce iki kişi daha bulmaya çalışan gençler birinci sınıfların soyadlarına bakarak tercih yaparlar. Yakın çevredeki hiçbir mekân onları kabul etmediğinden, yemeği okuldan uzak sakin bir aile restoranında düzenlerler. Kendileri için büyük anlam taşıyan geceye geleneksel giysiler içinde gidilmektedir. Siyaset konuşulmaması gereken akşam yemeği boyunca amaçları içmek, eğlenmek ve taşkınlık yapmak gibi görünmektedir.
Filmin başlarında aile parası yiyen bir grup şımarık gencin okul hayatlarından kesitler izleyeceğimizi düşünüyoruz. Bir süre de böyle gidiyor. Karakterleri az çok tanıyıp akşam yemeği sahnesine geldikten sonraysa olacakları hayal etmek güçleşiyor. Ne olursa olsun bunlar dünyanın en iyi okullarından birinde okuyan, zeki ya da çalışkan olması beklenen, hadsiz görünseler de aileden aldıkları görgü sayesinde otokontrole sahip gençler diye düşünüyor seyirci. Çatal bıçak görgüsü ve beyaz kumaş peçeteler arasında ne kadar ileri gidebilirler ki?
İşte o andan itibaren Wade’in metni izleyenleri allak bullak ediyor. Para ve mevki sahibi oldukları için her şeyi ama istisnasız her şeyi yapabileceklerine inanmış bu genç adamlar zıvanadan çıkıyor. Üstelik bunu doğal hakları olarak görüyor, yaptıklarından hicap duymak bir yana fakirlerin yaşam hakları bile olmadığını savunmaya getiriyorlar konuyu. Yönetmen ve oyuncular da bu etkileyici senaryoya ayak uydurunca, Taşkınlar Kulübü festivalin en iyi filmlerinden biri olarak akıllara kazınıyor.
ENAYİ
Durak
Bir adam karısını ve kızını döverken banyodaki boru yüzüne patlar, gelen tesisatçı oluşan hasarın sebebinin binanın temelinin kayması sonucu ortaya çıkan dev çatlaklar olduğunu görür ve bina çökmeden yaşayanları kurtarmak için çırpınmaya başlar. İlk aklına gelen belediyedeki yöneticilere durumu izah etmek ve tahliye yapmalarını sağlamaktır. Gece yarısı bir doğum günü partisinde bir araya gelen amirlerin yanına giderek durumu anlatır fakat olaylar Amerika’da değil Rusya’da (Türkiye diye de okunabilir) yaşanmaktadır.
Yuriy Bykov’un yazıp yönettiği Enayi; Rusya’dan gelen gerçekçi bir dram. Babası gibi dürüst yaşamaya çalışan, bu uğurda eşini ve çocuğunu bile gözden çıkaran Dima’nın hikâyesi. Ona dürüst diyenler de var, naif diyenler de. Fakat genelde enayi gözüyle bakılıyor ve film de adını buradan alıyor. Başyapıt olmasa da mutlaka izlenmesi gereken yapım, Lone Scherfig’in Taşkınlar Kulübü (The Riot Club) filmindeki gençlerin büyüyünce dünyamıza neler yapacaklarını görmek için bire bir.
PARTY GIRL
2014 Cannes En İyi İlk Film, En İyi Oyuncu Kadrosu-Belirli Bir Bakış ödülünün sahibi Party Girl’ün üç yönetmeni var ve film o yönetmenlerden biri olan Samuel Theis’in annesi Angélique’nin yaşamını anlatıyor. Altmış yaşında hala bir gece kulübünde konsomasyon yapan kadının müşterileri azaldığı için morali günden güne kötüye gitmektedir. Uzun zaman kulübe gelip kendisiyle ilgilenen Michel’in evine gider Angélique ve ondan yine gelmeye başlamasını ister. Fakat Michel kadına âşıktır ve onu orada görmeye dayanamamaktadır. Bunu fırsat bilip evlenme teklif eder.
Angélique filmin adından da anlaşıldığı gibi tam bir parti kızı. Yaşına rağmen içmek, dans etmek, erkeklerden ilgi görmek ve bildiği yaşamı sürdürmek istemekte. Bu yüzden Michel’in teklifi durulmak, evinin kadını olmak anlamında. Yıllarca yerli sinemamızda pavyondan kurtarılan(!) kadın öyküleri izledik. Oysa Party Girl’de böyle ahlakçı bir yaklaşım yok. Angélique çalıştığı kulübü evi gibi görüyor, zaten üst katında yaşıyor ve âşık olup bir erkekle yaşamını sürdürme arzusuna kapılmadığı sürece de mantık evliliği yapıp toplumsal normlara sığmaya çalışmaya hiç niyeti yok.
Party Girl’ün en büyük meziyeti aile kavramının saçma sapan kutsallığına dil uzatmaksa, ikincisi de bunu yapma şekli. Didaktik olma hatasına düşmeden, perdede çoğu kendini canlandıran bu insanların yaşadıkları sıradan günlere göz atma fırsatı buluyoruz. Sanki hiçbiri planlı sahneler değil, yaşanıyor ve biz de bir köşeden şahit oluyoruz. Yaratılan bu gerçeklik sayesinde tüm öğeler daha da güçleniyor.