PHANTOM THREAD
Paul Thomas Anderson sinemasının aldığı övgünün, hak ettiğinden fazlası olduğunu düşünen ve PTA ile arasındaki mesafeyi aşamayan biri olarak, Phantom Thread’den de istediğim sonucu elde edemedim (ya da ettim).
Ağdalı üslup ve filmin her tarafına sinmiş kibir, memnuniyetsizliğimin ana sebebi olsa da, başlangıç seviyesinde Freudyen kodlarla, lise düzeyinde olmasına rağmen göze sokulan, altı kalınca çizilen savunma mekanizmalarıyla somutlaştırılan o gösterişli dünyaya dâhil olmakta zorlandım. Kraliyet mensuplarına elbiseler dikecek kadar işinin ehli ve yaşını başını almış bir terzinin (!) duygusal gelişimini tamamlayamamış ve bağımsızlığını elde edememiş olmasının “gudubet bir abla” ve hayalet bir anneyle somutlaştırıldığı, denkleme sonradan dâhil edilen genç eş Alma (her şeyi göze sokan biri, Rebecca’msılığı da Hitchcock’un eşinin adıyla garanti altına alabilir pekâlâ) üzerinden yaratılan komik güç çatışmalarıyla “gelişim psikolojisine giriş” seviyesinin ötesine geçememiş, ucuz ve kolaycı bir metine imza atan PTA; her daim önem verdiği yazınsal yönü tamamen bir kenara bırakarak, kariyerinin en kötü senaryosu ve “attığı taş, ürküttüğü kurbağaya değmeyen” bir filmle karşımıza geliyor. Tüm bu vasatlık ve yüzeysellik yetmezmiş gibi, PTA ve artık bir ayakkabıcı olan Daniel Day-Lewis’in “siz zahmet etmeyin, biz kendi mükemmeliyetçiliğimizin ve kusurlarımızın farkındayız ama yine de bu oyunu oynuyoruz” okumasına da kapı açan bir finalle kendilerini en kibirli şekilde kutsaması, -sanki ihtiyacı varmış gibi- korumaya alması ise işin tuzu biberi olmuş. En az alt metinler kadar rahatsız edici olan bu sahte aristokrasi ve mükemmeliyetçilik eleştirisinin, aynı hastalıktan muzdarip iki kişinin kendi kendilerine kompliman yapma aracına dönüştürülmesi ise filme “hazin” sıfatı kazandırmaktan öteye gidememiş maalesef. Fanı olmamama rağmen, birçokları için sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden biri kabul edilen Paul Thomas Anderson’a, kariyerinin en zayıf filmlerinden biri üzerinden övgü dizecek kadar düşman kesilmedim henüz; The Master (2012) ve Inherent Vice (2014) ile girdiği yolun Phantom Thread’le devam etmesinden aldığım keyfi ise saklayamam.
KAMİKAZE 1989
Festivallerin en güzel yanlarından biri de, kıyıda köşede kalmış kült eserleri “perdede” izleme imkânını elde etmemiz; Rainer Werner Fassbinder’ın oynadığı son film olan Batı Almanya menşeli Kamikaze 1989 (1982) de perdede keşfettiğimiz için mutlu olacağımız bir eser ve kült unvanını sonuna kadar hak ediyor. Distopik bir gelecek tasavvuru sunan film, polisiye ve bilimkurgu türlerinin kodlarını ters yüz ederek çılgın, deli dolu, acayip bir dünya kuruyor ve Dashiell Hammett’in Sam Spade’i ile kendi yaşıtı Deckard’ın bir bileşkesi olan Teğmen Jansen aracılığıyla, seyircileri keyifli ve absürt bir maceraya çıkartıyor. Hikâyenin ve gizemin çok değerli olduğu polisiye türüne “yaşananların zerre önem taşımadığı” bir olay örgüsüyle karşılık veren; tasarım için yanıp tutuşan ve gelecek öngörüsünü önceleyen bilimkurgu türüne kirli ve ucuz siberpunk dünyasıyla hareket çeken filmin cazibesine karşı koymak, akıntıya direnmek ise çok güç. Yer yer parodileşen, seyircisinin beklentilerini zerre umursamayan, akıllara zarar sahneleriyle kahkahalar attıran, karakter galerisi tadındaki bu film elbette “herkese göre” değil; şanslı azınlıktansanız, hele de ilk deneyimi perdede tadacaksanız, sizden iyisi yok. Ayağınıza gelen fırsatın kıymetini bilin efendim.