Their Finest
“Film içinde film”, alt tür oluşturma yeter sayısına ulaşmış durumda ve kimi iyi kimi kötü onlarca eser, bu zorlu alanda hünerlerini sergileyip emsalleriyle kıyasıya rekabete girişerek türü genişletmeye devam ediyor. Their Finest da konuşlandığı İkinci Dünya Şavaşı günleri üzerinden sinemanın siyasal ve sosyal yönlerine dair isabetli tespitleri, kadın hakları ve mücadelesine verdiği desteği, işin yazınsal kısmını vitrine çıkarmasıyla “film içinde film” türünün sınıfı geçen örnekleri arasına adını yazdırmayı başarıyor. Bu meziyetlerinin yanı sıra İngiliz sineması deyince akla ilk gelen, şişede durduğu gibi durmayan, iki tarafı keskin İngiliz mizahını dozunda ve yerinde kullanarak seyirciyi avucuna alan filmin belli bir seviyenin üzerine çıkmasını ise yaptığı basit hatalar engelliyor. Setten çıkıp gerçek hayata adım attığı anlarda acemileşen, hikayesinin kritik dönemeçlerini pamuk ipliklerine bağlayan Their Finest’ın can sıkacak derecede yüzeyselleşebileceğine şahit olduğumuz anlarda etrafı karamsarlık kaplasa da, Bill Nighy başta olmak üzere oyuncuların özverili performansları geminin su almadan ilerlemesini sağlıyor. Hem sinemaya dair bir film izleyeyim hem de İngiliz mizahına doyayım diyecek kadar açgözlüyseniz Their “kadı kızı” Finest’a mutlaka uğrayın, pişman olmazsınız.
Planetarium
Planetarium hakkında soğukkanlı şekilde bir konuşmam, ne anlattığına dair fikirler öne sürmem oldukça güç çünkü 6300 (altı bin üç yüz) saniye Planetarium izleyen biri olarak filmin adı aklıma geldiği anda bile sinir katsayım standart sapıtmaya yol açacak noktalara ulaşıyor. Planetarium, insanların çevre sinemayı küçümsemek için kullandığı “festival filmi” tabirini haklı çıkartacak derecede kötü, esinlendiği onlarca ülke sinemasından parçalar toplayarak derinlik yaratmaya çalışacak kadar sahte ve tüm bu rezaleti toparlaması için özellikle Natalie Portman gibi bir ismin ününe sırtını yaslayacak kadar çıkarcı bir eser olarak “izlediğim için kendime kızdığım filmler” kategorisine adını hakkıyla yazdırıyor. Kişisel festival tarihimin dip noktalarından olan bu eseri görmek isteyenlere naçizane tavsiyem, kendi güvenlikleri için kesici ve delici alet yanlarında bulundurmasınlar, insanoğlu bu, zor şartlar altında her şeyi yapabilir.
A Man Called Ove
Kuzey Avrupa’nın kendine has coğrafyasından doğan absürt sinema anlayışı uzun zamandır dünyanın dört bir yanında karşılık bulmuş durumda ve A Man Called Ove (2016) da tuhaf karakterlerin en az kendileri kadar tuhaf maceralarını anlatan A Somewhat Gentle Man (2010), The 100 Year Old Man who Climbed Out the Window and Disappeared (2013), Kraftidioten (2014) gibi belli aralıklarla karşımıza gelen Kuzey Avrupa filmlerinin son halkası olarak kendinden beklenenleri yerine getirerek yüz güldürüyor. Tabii bu Kuzey Avrupa filmlerinin belli bir alt ve üst limiti var ve neredeyse hiçbiri ne limitin altına düşüyor ne de üstüne çıkıyor, A Man Called Ove da bunlardan biri; Allah standarttan ayırmasın diyenlerdenseniz bu görev filmiyle hoşça vakit geçirebilirsiniz.